Nihat Kentel
Avrupa, krize girmek üzere. Ekonomik krizi borç krizi karşısında yaşanan çözümsüzlükle birlikte değerlendirirsek, belki de krizin göbeğinde, şu anda. Rakamlar çıkmadan tam olarak anlayamadığımız krizlerimiz, rakamlar kadar fiktif ve nominal. Sonuçları ise gerçek insanlar için acımasız. İşin en garip tarafı da aslında krizden çıkmak için alınan, bu borçların geri ödenebilmesi için uygulanmak zorunda kalınan önlemler, bu önlemler uygulanmasa bile oluşacak talep daralması nedeniyle ekonomilerin gireceği krizlerin hatta küresel ekonomik krizin de habercisi.
Kapitalist ekonomilerin içine girdiği bu sürece kısaca “girdap” diyebiliriz. İçinden çıkmak için uğraştıkça kendisini içine çeken bir kısır döngü.
Bu döngü içine hapsolmuş Avrupa, büyümenin sınırlarına dayandı yeniden. Bu kez çıkış yolları kısıtlı görünüyor. Sermaye birikimi yeni bir tıkanma yaşıyor. Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerin ekonomik çözümsüzlük içindeki umutsuz debelenmelerini aylardır takip ediyoruz. Sermaye birikimini sağlayamamak, şoklar karşısındaki kapitalist ekonomileri savunmasız bırakıyor. Büyüyememek kapitalist ekonomiler için bir kâbus.
Avrupa bir yana ve hatta ondan bağımsız olarak, malî çözümsüzlüklerin de katkısıyla, ABD ekonomisi önümüzdeki altı ay içinde büyük bir olasılıkla resesyona girecek. ABD’nin 2008 krizini atlatmak için zaten sınırına vardırdığı kamu borçlanma olanağını 15 trilyon doların üzerine çekmesinin ve müstakbel borç krizini yalnızca ertelemiş olmasının üstünden henüz haftalar geçti. ABD’nin resesyondan çıkma amaçlı yeni bir büyüme programını devreye sokacak kaynakları açısından hareket alanı, Obama’nın meclisle yaşadığı bu borç pazarlığının ardından, artık pek kalmadı. Dünyanın en büyük ekonomisini yöneten en büyük devletin, varlıklarını yenileyebilmek için bundan sonra kaynağı nereden bulacağı şüpheli. Resesyon durumunda olacakları tam olarak tahmin etmek olanaksız, ama hem kendi ülkesinde hem dışında yaşayan yoksulların başında bir kabak daha patlayacak, orası kesin.
Dünya pazarları gelişmiş kapitalist ülke ürünleri için yeni bir doygunluk aşamasına vardı. İşletmeler pazarlardan son lokmaları kapma heyecanı içinde, sınır çizgisinde dolaşıyor. Deli gibi yeni ürünler çıkarılıyor, insanların tüketeceği. Pazarlama gittikçe saldırganlaşıyor.
Doygunluk aşamalarında, kapitalist pazarların imdadına bugüne kadar savaşlar da dahil olmak üzere çeşitli devrimler, altüst oluşlar yetişti. Örneğin, Doğu Bloku’nun çökmesi 1990’larda pazarların inanılmaz bir genleşmesini getirirken, bu genleşme 2000’li yıllarda yaşanan bilgi teknolojileri devriminin de gerçekleşmesini hızlandırdı. İçine girmekte olduğumuz resesyon döneminde ise, pazarların rahatlaması için bu kez Arap devrimleri ve arkasından gelen altüst oluşlardan medet umuluyor. Kaddafi’nin yenilgisi ardından ülke kaynaklarının nasıl kapışılacağını neredeyse naklen izliyoruz. Beşar Esad’ın bırakması beklenen Suriye iştah kabartıyor. Her gelişmiş kapitalist ülke devletinin aklında türlü bin türlü tilki dolaşıyor. Şu an tanıklığını yaptığımız zorbalıklar nefes darlığı çekmekte olan kapitalizme son bir doping daha olacak, belki. Dünyanın dört bir yanında çıkarılan savaşlar ve arayışları, kapitalizmin tıkanıklığını bir süre daha erteleyecek yalnızca. Dünyanın tüm noktaları, insanların dokunduğu her şey, bırakın kalkınmayı, tam tersine sistemin sürdürülemezliğini işaret ediyor.
Ekolojik sınıra yaklaşırken
Ekolojik olanaklarımızın hızla sınırlarına yaklaşıyoruz. Küresel Ayakizi Ağı Örgütü’nün tahminlerine göre, dünya kaynakları dünyanın yerine tekrar koyabileceğinden %30 oranında daha hızlı bir biçimde tüketiliyor. Eğer bundan sonra da şu ana kadar olduğu gibi devam ederse, hesaplamalara göre 2035 yılında bütün insanlara gereken besin, enerji ve yaşam alanı sağlamak için bunun gibi bir dünya daha gerekecek. Dünyada her gün 20.000 hektarlık orman alanı kapitalist pazarlara kurban ediliyor. Yıllık hammadde tüketimi 30 yıl öncesine göre %50 daha fazla. sayısı şu an 4,3 milyar olan temiz suya ulaşamayan insanların sayısına 2030 yılında 1 milyar daha eklenecek. Çevresel sorunlar aynı zamanda ekonomik alanı da olumsuz yönde ciddi olarak etkiliyor. En önemli yaşam kaynağımız toprağın sınırsız tüketimi sonucu verim hızla düşüyor. Verimi belli seviyelerde tutmak için, beslendiğimiz toprak kimyasal bir atık deposuna dönüştürüldü nerdeyse. (1)
Kaynakların ölçüsüz kullanımına dayanan üretim ve tüketim biçimleri insan yaşamının en ince gözeneklerine kadar nüfuz etti. Etkinlik, büyüme, kalkınma, ilerleme ve rekabet toplumsal yaşamın kendini yeniden üretmesinin ana temelini oluşturuyor. Hiçbir işletme, bu kavramların dışındaki bir hayatı, bırakın oluşturmayı, düşünemiyor bile. Büyüme sendromunun dışına çıkılması gerektiği inancı gittikçe yaygınlaşıyor, fakat yaşam tarzımızı belirleyen bu sistem bizi her tarafımızdan kuşatmış durumda.
Endüstri devrimi sonrasında ortaya çıkan ve toplumları peşinden sürükleyen sanayileşme düşüncesi, ekonomik büyüme ve kalkınma yoluyla, insanları yokluktan, yoksulluktan ve adaletsizlikten kurtulacaklarına inandırdı. Hatta sosyalistler bile dünyada en hızlı büyüyen ülkeyi kurmuş olmakla övündü. Şimdi bu aldatmacayı sorgulamak zorundayız, çünkü bize öğretilenin aksine, ülke ekonomileri ne kadar daha hızlı büyürse, işletmeler ne kadar rasyonelleşirse ve ne kadar çok artı değer yaratılırsa, dünya üzerinde yoksulluk ve adaletsizlik de o kadar yaygınlaşıyor ve derinleşiyor. Çölleşme ve erozyon, ele geçirdiği toprakla birlikte dünya toplumlarını da içine çekiyor, insanlığın yeni yeni kısımlarını pazarlar açısından işlevsiz kılıyor.
Kalkınma, üretim araçlarındaki gelişim, yenilikler, keşifler, insanları yokluklardan ve yoksulluklardan korumaya hizmet etmek yerine, pazar ilişkilerine dayalı bu sistemin kendini yeniden üretmesinin koşulları haline geliyor. İnsanların çoğunun yaşam kalitesi büyüme ile ters orantılı bir çizgi izliyor. Katkıda bulunduğumuz her büyüme oranı, aynı dünyada birlikte yaşadığımız başka bazı insanların yaşamına açlık, yoksulluk, sefalet ve onursuzluk olarak çöküyor.
Kalkınmanın kaynakları
Üretimin aynı miktarda kaldığı koşullarda oluşan kârların sürekli düşmesi karşısında işletmeler büyümediği an kendi sonlarını hazırlamış olur. Kapitalist pazarlar, rekabet koşullarında ürün satmak zorunda olan üreticilerden, işletmelerden oluşur. Bu işletmeler yatırımcı hissedarlara aittir. Yatırımcılar ceplerindeki parayı çevreyi korumak için değil, yatırımın getirisini maksimize etmek amacıyla yatırır. Şirket sahipleri yatırım yaparken, bir yandan kâr hedefler, diğer yandan zamanla hisselerinin değerinin artmasını bekler. Bunun için işletme özsermayesinin her yıl büyütülmesi gerekir. İşletme yöneticilerinin bu beklentiyi karşılamaktan başka seçenekği yoktur ve hissedarların beklentilerine karşı kârların düşmesini göze alamazlar. Büyüme hedefi kapitalist oluşumun olmazsa olmaz boyutudur, büyümemek işletmelerin yokoluşunu getirir.
Kapitalist pazar sisteminde, üretim, pazarlama, satış ve kaynak kullanımı çevrimi ne kadar hızlı olursa, yatırılan sermaye o kadar çabuk, üzerine kârını da ekleyerek, geri döner ve sermayenin birikimi o kadar çabuk ve büyük oranda gerçekleşir. Sermaye birikimi, işletmelerin pazara sundukları ürünlerden kâr elde etmeye devam etmeleri ve sonuçta yaşayabilmeleri için elzemdir. Genişleyen endüstri üretimini desteklemek ve pazardaki rekabete maruz kalan kârların düşme eğilimine karşı, toplam artı değer, ulusal gelir gibi büyüklükleri ayakta tutabilmek için, doğal kaynaklar değer yaratma sürecinin en önemli girdilerinden biridir. “Ucuza kapatılan” ya da devlet eliyle birtakım sermaye gruplarına peşkeş çekilen doğal kaynaklar, düşen kârların yeniden kazanılmasına kurban edilir. Sermaye birikimi ve büyüme, giderek artan oranlarda, çevresel ve toplumsal yıkıma dayandırılır.
Kapitalizmin genleşme açlığı, genişlemeden yaşayamayacağı gerçeği, çevremizdeki her şeyi bir artı değer konusu haline getirir. Sürekli büyüme ihtiyacı içinde olan kapitalizm, kaynak kullanımındaki artışlardan dolayı, bir yandan çevrenin yıkımını, öte yandan da malî, askerî ya da çevresel felaketleri de beraberinde getiriyor.
Sonlu bir dünyada sonsuz büyümeyi hedeflemek ya da buna mecbur olmak, büyümeden krizlerden çıkamıyor ya da büyünmediği zaman krize giriyor olmak, bu yüzden tek çıkış olarak hep daha fazla büyümeyi hedeflemek ve böylece daha da büyük boyutlarda krizlere zemin hazırlamak, pazarın yarattığı dünyanın dışındaki dünyayı göremeyen şizofrenik bir toplumsal durumdur. Kendisini hapseden çemberi hızlandırarak çeviren bir kobay gibidir kapitalist pazar.
Karbon salınımlarını düşürmek kapitalizmde olanaksızdır
Bir ekonominin temeli pazar kurulumuna dayandığı ve pazarda yer alan işletmeler birbiriyle rekabet ettikleri sürece, kapitalizmin bütün olumsuz sonuçları peşinden gelecektir.
Hiç kimse pazara satışını düşürmek ya da alt düzeyde tutmak için girmez. Satışları ve kârları maksimize etmek her işletmenin temel hedefidir. Kâr maksimizasyonu çemberinin dışına çıkamayan işletmelerin sorumluluğu topluma değil, şirket sahiplerine karşıdır. Yeşil bir anlayışla kurulu kapitalist işletmelerde de durum farklı değildir. Bu işletmeler kendiliğinden büyüme hedefinden vazgeçemez ve sonuçta hedefleri olduğu varsayılan, ürün başına düşük karbon salınımını sağlasalar bile, büyüme sarmalından dolayı, orta ve uzun vadede karbon salınımlarını önemli ölçüde azaltamaz. Bu onların kâr maksimizasyonu ile yapılan tanımına aykırı olduğu için yapamazlar. Yaşayabilmek için pazardaki rekabete girmek ve onun kurallarına uymak, büyümek zorundadırlar.
Sürdürülebilir kalkınma modellerine temel alınan yeşil işletmelerin sürdürülebilirliğe olan katkısı sınırlıdır, çünkü ekonominin çok büyük bir kısmını isteseniz de yeşillendiremezsiniz. Madenler çıktığı ve işlendiği, üretim artmaya devam ettiği sürece yeşil işletmelerin sera gazı salınımlarına olumlu katkısı sınırlı kalacaktır. Ürünlerde petrol türevi hammadeler kullanılmıyorsa, tarımsal girdi kullanılır. Bir sonlu kaynağın kullanımını azalttığınız an, bir diğer kaynağı arttırmak zorundasınız. Her pazar rekabeti, rekabet satışları, satışlar da girdi tüketimini körükler. Kapitalist pazarlar, bir şekilde yeşillendirilen endüstrilerde ortaya çıkan ekolojik faydayı da sermaye birikiminin konusu haline getirerek yokeder. Kapitalizmin temel mantığını sorun etmeyen bir karbon salınımı hedefi, istediği kadar ekolojik ya da yeşil endüstrilere dayansın, kapitalizmin kendi kendini yoketmesini ve bu arada dünyayı yaşanmaz hale getirmesini engelleyemez. Kâr dürtüsü olduğu sürece karbon salınımlarının düşürülmesi olanaksızdır.
Kapitalist ülkelerdeki işgücü ve işyerlerinin hepsi bir boyutuyla fosil yakıtlara ya da fosil kaynakların tüketimine bağımlıdır. İşsizliğin dünya çapında %10-20’lerde dolaştığı ve her an krize girme potansiyeli taşıyan kapitalist ekonomilerin yönetimlerinden fosil kaynak kullanımını cezalandırıcı önlemler almalarını beklemek, bu konuda Kyoto‘da söz vermiş olsalar bile, hayaldir. Mısır’ı düşünelim. Orada gerçekleşen isyanlardan sonra, hükümetin ekonomiyi daraltıcı herhangi bir önlem alması beklenebilir mi? Hele uluslararası yatırımcıların “gelişen pazarlar” sınıfına koymaya can attıkları bu ülke, henüz antikapitalist bir hükümet yaratma potansiyeli taşımadığı için, büyümeye ve kaynaklarını dünya pazarlarına, kendi sınırlarını zorlayan kâr öznelerine sunmaya şu an itibariyle mahkûmdur.
Sermaye birikimi, kaynakları sonlu olan bir dünyada sonsuza kadar süremez. Bu, yalnızca parasal bir birikim değil, aynı zamanda ekolojik olan kaynakların sürekli olarak sermayeye dönüştürülmesidir ve bugün bütün sürdürülebilir olma iddialarına ve fosil kaynakların ve enerjinin yeşile boyanması çabalarına rağmen insanlık tarihinde görülmemiş bir hıza ulaşmıştır.
Bir sonraki krizi beklerken
Birleşmiş Milletler’in tahminlerine göre, 2050 yılına kadar dünyada yaratılan toplam katma değer 3-4 katına çıkacak. Eğer iklim değişikliğinin iki derece ile sınırlanması isteniyorsa, karbon salınımlarının dünya çapında %80 oranında düşürülmesi gerekiyor. İki derecenin üstündeki bir değişiklik tamir edilemez felaketlere yol açacak. Sera gazı etkisi, büyük ölçekli kısıntılar olmadan yokedilemez hale geldi. Felaketlere karşı bir metreküp havada yer alan karbon parçacık sayısının şu anki yaklaşık 390’dan en az 350’ ye indirilmesi gerektiğini bilim insanları saptamış durumda. (2) Bunu gerçekleştirebilmek, dünya ekonomilerinin büyümeye veda etmelerini gerekli kılıyor. Yalnızca kapitalist pazarlar içinde nefes alabilen işletmelerden bunu gerçekleştirebilmeleri, fosil kaynak tüketimini azaltmaları beklenemez. ABD, Avrupa ve hızla büyümekte olan Çin, Rusya, Brezilya, Hindistan, Türkiye gibi karbon salınımları ile dünyayı boğmakta olan ülkelerin bunu gerçekleştirebileceğine inanmak olanaksız. Hükümetler bu konuda ciddi politik adımlar atmayı göze alamaz. “.. Bu, başka bir ekonomi, yaşam tarzı, başka bir uygarlık, farklı toplumsal ilişkileri gerekli kılıyor.” (3)
Sorun, pazarın yönlendirmesi ile oluşan üretim ve tüketimin bileşimidir ve bunlar görünmez bir elin “rasyonel” olduğu varsayılan kararlarına terkedilmiş bir pazarda gerçekleşir. Oysa kapitalist pazarlar günümüzde sürekli kriz yaratan makinalara dönüşmüştür. Karşılaştığımız ekolojik kriz, küreselleşen bir ölçeğe ulaşmış olan üretim ve tüketimin bir sonucu olmasının yanı sıra, aynı zamanda çevresel yıkıma yol açan kapitalist pazarların aslında sözcüğün gerçek anlamında irrasyonel kaynak tahsisinden kaynaklanır.
İçinde yaşadığımız bu üretim ve tüketim sistemini, büyümeye kitlenmiş kapitalizmi, bunun dışında da büyüme ve kalkınma hedeflerini de bir kenara bırakmak zorundayız. Pazarın karar alma diktatörlüğüne son verecek demokratik kurumların işletilerek kapitalizmin tasfiyesine ya da geriletilmesine, kapitalizmden kurtarılmış bölgelerin, insan hayatını doğrudan ilgilendiren konularda demokratik olarak karar alınan alanların oluşturulması sürecine girmek gerekiyor. Pazar dışından çözümler sağlanmadığı, kömür ve diğer yeraltı kaynaklarının tüketimi ve kullanımına sınırlamalar ya da engeller konulmadığı sürece, bu kaynakların tüketimi katlanarak artacak, karbon salınımlarının azaltması beklenen kapitalist pazarlar kendisi ile birlikte dünyadaki insanların hayatını cehenneme çevirecek.
Pazarda alınan, bütün insanlığın hayatını etkileyen, ama işletme sahipleri dışında kimsenin söz sahibi olamadığı ekonomik kararlarda kamunun da katılımı gerekmekte. Görünmeyen elin haltlarından bizi yalnızca toplumsal kabul gören, demokratik bir hassasiyeti olan ve mutlaka görünen bir el kurtarabilir. Devasa problemler ancak tüketime ve kirliliğe sınırlamalar koyabilecek planlı bir ekonomi ve işletme anlayışıyla çözülebilir. İnsanlığın temiz hava soluması, temiz su içebilmesi, sağlıklı gıda elde etmesi özgürlüğü için, kapitalistlerin istedikleri her şeyi üretip istedikleri gibi satma ve tüketicilerin alabildikleri ve istedikleri herşeyi tüketme özgürlüğünün sınırları kamuoyu tarafından belirlenmelidir. Karbon salınımlarının azaltılmasını istiyorsak bunun adını koymamız gerek. Kapitalist pazarlarla insanlık arasında bir seçim yapmak zorundayız. İkisinin birden kurtulması olanaksız gözüküyor.
Kaynaklar ve dipnotlar:
1. http://www.footprintnetwork.org/en/index.php/GFN/page/world_footprint.
2. Daha fazla ayrıntı için http://www.350.org .
3. Andre Gorz, Auswege aus dem Kapitalismus, Beiträge zur politischen Ökologie, Rotpunktverlag 2009, Sf. 21.