Tolga Tüzün
Lev Kreft, sanat ve siyaset ilişkisinden ve tarihsel modellerinden söz ederken sanatın ulus inşası ile ilişkisinin tohumlarının XVII yüzyılda atıldığını söyler.
Fransa’da XIV Louis’nin hükümdarlığı sırasında ulus-devlete hizmet edecek en önemli kurumların temelleri atılmıştı: Kral’a bağlı sürekli bir orduyla temin edilen şiddet tekeli, merkezî bir idarî yapı, soyluları da denetimi altına alacak bir vergi sistemi, yükselen yeni burjuva sınıfının mallarının dolaşımını ve iletişimini kolaylaştıran bir ulaşım ağı ve en önemlisi merkezî bir biçimde denetlenen bir ulusal kimlik inşası.
Kardinal Richelieu tarafından kurdurulan Fransız Akademisi’nin amacı “modern dillerin en mükemmeli” olan Fransızca’yı bütünleştirmek, standartlaştırmak ve arındırmaktı. XIV Louis zamanında giderek etki alanını sanata doğru geliştiren Akademi, “soylu” ve “ince” beğeniyi kurallara bağlayarak Descartes’ın duyusal hazları dışladığı Aklın yeni paradigmasında Fransız sanatına yer açtı. Ayrıca kendine model olarak Antik Yunan ve Roma’yı almış olan bir ulusun sanatının en mükemmel olması mümkün olmadığından, kuramsal tartışmalar sonucunda yeni olanın daha iyi olduğu sonucuna varıldı. Modern beğeni kronolojik üstünlüğünü estetik doğru ve iyi olarak ilan ediyordu.
Fransız sanatının mükemmelliği
Merkezî sanat çevrelerinde yaşanan tartışmalar, yararlı olan sanatlar ve saf, ince beğeniye dayalı sanatlar ayrımı ile sonuçlandı. Bu ince beğeninin ölçütü ise güzellik oldu: a priori olarak saf olanın üstün geldiği bu estetik yargı evreninin kuralları Fransız Akademisi tarafından belirleniyor ve sanatın estetik kategorileri hiyerarşik olarak tanımlanmaya başlıyordu.
Üst tarafında Fransızlığın mükemmeliğini yansıtan elit hazlar, aşağı tarafında seviyesiz, bayağı hazların bulunduğu piramidin doğal sonucu, o ulusun estetik yargılarına ancak belli bir kurallar bütününe riayet eden sanat eserlerinin hitap etmesi ve saf güzellikten haz etmeyenlerin estetik yargıda bulunmalarının önünün alınması oldu. Ulusun ve devletinin estetik koruyucusu olarak denetim görevini Akademi üstleniyor, tarih ‘Güzel Sanatlar’ kavramıyla tanışıyor, ‘yüksek sanat’ ve ‘alçak sanat’ ayrımı Fransız kimliğine bitiştirilerek Modern Fransız devleti Fransız ulusunu kuruyordu. Damıtılan bir Fransızlıktan sözetmek mümkün: Devletin eliyle örgütlenen bir Fransız ideali, Fransız sanatının mükemmelliğini temsil ediyordu.
Aynı yüzyıllarda Fransızlarda ulus kavramı, aristokrasinin ısrarıyla kan bağı ve doğum ilişkisiyle etnisite üzerinden kurulurken, aynı topraklarda yanyana yaşayan insanların bir ulus oluşturabileceğine dair yeni fikirler de ortaya çıkmaya başladı. Özellikle siyasî rejimde giderek güç sahibi olan burjuva sınıfı, Fransızlığın sadece yönetici elitin sahip olduğu bir öncelik olduğu fikrine karşı çıkıyor ve Aydınlanma felsefecilerinin eliyle, bir ülkede yaşayan halkların tamamının ulusu oluşturduğu ve bu halkların siyasal sisteme katılımının evrensel bir hak olduğu fikrini yayıyordu.
Mutlakiyetin zayıflaması ve Fransız devrimiyle çökmesi bu modeli tarihten silmedi. Aksine, bir modern devlet kurmak isteyen diğer ülkeler önce etrafına bir devlet inşa edecekleri bir ulus ideali kurmak için Fransız modelinden etkilendi. Sanatı -ve tabii ki tarihi, bilimi, toplumsal ilişki örüntülerini- ulaşmak istedikleri ulus hayalinin bir temsili olarak, modern kurumlarının eksikliğini bazen telafi bazen ikame edecek şekilde kullandılar. Sanat artık sadece yukardan aşağı denetlenmesi gereken bir olgu değil, devletin boşluğunu estetik bir temsil olarak dolduran bir kurguya dönüştü.
Alman etnik mitolojisi
Napolyon’un ordularıyla sınırlarından içeri girdiğini gören Almanlar, aynı topraklar üzerinde yaşayan bireylerin gönüllü birlikteliğinden oluşan bir ulus kavramından ziyade Fransız aristokratlarının etnik ulus kavramının -ortak lisan, tarih, adetler, köken- kendileri için daha faydalı olacağını sezdi. Alman romantizminin kökenlerinde Aydınlanma’nın ve modernliğin gündelik yaşamdan ve sanattan izole ettiği “efsunun” geri kazanılması olduğu kadar, Aydınlanma’nın, ülkesini işgal etmekte olan ordunun ruhu olduğunu gören ve buna karşı Alman etnik mitolojisi üzerinden tarihini yeniden yazan/hayal eden aydınların tepkisel birliği vardır.
XIX yüzyılın başında ortaya çıkan Völkish hareketi, romantik bir folklor ve etnik halk tanımından yola çıkarak toprağa, yerel tarihe, Almanlık mirasına bağlılık üzerinden kendini kuran bir inanç ve düşünce sistemine dönüşür. “Halk” mekânsal bir paylaşımı tarihsel bir soy ortaklığı üzerinden ifade eden mitolojik bir göndermeye dönüşürken siyasî vasıflarının çoğunu da kaybeder: Bu sayede hem sağ hem sol siyasî akımlar bu içi boşaltılmış halk kavramını kendilerine maledecekler, sağ açgözlü ve “modern” bir elitin antitezi olarak, sol ise proleterya ile özdeş olarak kullanacaktır. XIX yüzyılın sonuna gelindiğinde etnik köken ve dil, ulusçuluğun ana unsurları olur ve bunların tanımı, yaygınlaştırılması ve denetimi ulus-devletin en temel özelliği haline gelir.
“Sınıfsız, ayrıcalıksız”
Ulusalcı akımlar XIX yüzyıl ortalarından İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar sanatta çeşitli şekillerde ortaya çıkacaktır. Müzikte Rus Beşleri olarak anılan Balakirev, Cui, Mussorsgsky, Rimsky-Korsakov, Borodin; Polonya’da Chopin; Çekoslavakya’da Smetana, Dvořák, Janáček; Norveç’de Grieg; Finlandiya’da Sibelius; İspanya’da Granados, Albeniz; İngiltere’de Elgar, Vaughan Willams; ABD’de Copland, Ives… Müzikte ulusalcılık folklorik temaların melodik malzeme olarak kullanılmasıyla; bunların egemen müzikal üsluplara “yedirilerek” halkçı/ulusalcı duygu ve düşüncelerin dinleyicilere aktarılması olarak tanımlanabilir. Bu sayede kendi etnik kökenlerinden gurur duyan dinleyici alışık olduğu yerel malzemenin dolayımı ile “evrensel müzikal kültürle” bağ kurabilecek, anlamdırabilecek ve özümseyecektir. Halk ile bir olacak, kendisini bu homojen, “sınıfsız, ayrıcalıksız” bütünün içinde gönüllü olarak eritecektir.
Yirminci Yüzyılda Halkçılık adlı kitaplarında Daniele Albertazzi ve Duncan McDonnell’ın halkçılığı “erdemli ve homojen bir halkı haklarından, değerlerinden, refahlarından, kimliklerinden ve seslerinden mahrum eden -ya da etmeye çalışan- elit bir tabaka ve tehlikeli ‘ötekilerle’ kafa kafaya getiren bir ideoloji” olarak tanımlamaları anlamlıdır. Tahmin ettiğiniz gibi halkçılık kendini etnik/dinsel birlik üzerine kuran bir sisteme dönüştüğü anda ırk mefhumunun etrafında kurgulanan toplumsal, siyasal ve kültürel model ile özdeşleşecektir. Goebbels, 1918 Alman devrimi sonrasında “halkı sokağa çıkarmak için gereken gücü anlayabildikleri anda siyasal iktidara ele geçireceklerini” öngörür. Hitler Kavgam’da “Nasyonal Sosyalist hareket halkçıdır (Völkish); halkçı düşünceler Nasyonal Sosyalisttir” diyecektir. Halkı sokağa çıkarmak için, vatanın elden gidiyor olduğunu bağırırken, bir yandan da vatanın elde olmasının ne anlama geldiğini, vatanın sahiplerinin kimler olduğunu anlatmak gerekir.
Yukarıda isimleri geçen bestecilerle Romantik dönemin ikon bestecisi Richard Wagner arasındaki önemli fark budur: Wagner folklorik bir malzeme kullanmaz, yepyeni bir Alman folkloru yaratır. Fantazmagorik, mitolojik bir Alman idealidir Wagner’ın yapıtı. Kuzeyin masalları, mitleri ile Hristiyan, pagan, Uzak Doğu dinsel anlatılarının tekinsiz bir karışımıdır. Halk ile etnik/dinsel ulusu aynı toprağın üzerinde birbirine geçirmeye başladığınızda, tarihinizi yeniden yazdığınızda, mitolojinizi sıfırdan kurduğunuzda tanımlamış olduğunuz ulusa uymayan, o mitolojik örtünün üstünü örtemediği bir halk “artığı” ile kalakalırsınız. Ulustan artakalan bu “artık” halk, geri doğru kök saldırttığınız ulusunuzun varlığını tehdit eden, yeni kimliğinizin “ötekisine” çok çabuk dönüşür. Yahudiler Wagner’ın kurduğu mitsel anlatının ötekileri olmuştur, Büyük Alman Irkının Ötekileri.
Babadan kalma yöntemler
Bu ötekilerle nasıl başa çıkacağınız siyasal projenize göre değişir; 1870’te asimilasyonla ulusal “bütünlüğünü” sağladığını düşünen Almanya için bu proje 70 sene içinde soykırıma evrildi. Alman ulus birliği projesini yere göğe koyamayan Ziya Gökalp ve ardıllarının projesi Osmanlının içinde gizli kalmış Türk unsurların kazılıp ortaya çıkarılması ve uluslararası standartlarla harmanlanarak yeni medeniyetin esaslarını oluşturması idi. Bu unsurlar kazılıp çıkarılırken ortaya çıkan hafriyatın tasfiyesi, yani halk “artıklarının” ne yapılacağı, Ziya Gökalp 1923’de Türkçülüğün Esasları’nı yayınladığında artık bir sorun teşkil etmiyordu. Türk ulusalcıları yeni cumhuriyetlerine açık ara farkla başlıyordu: 1915 Ermeni soykırımı, Yahudilerin, Süryanilerin, Rumların ve diğer gayrımüslim halkların yüzyıllardır yaşadıkları yurtlarından sürülmeleri ortada “artık” falan bırakmayacaktı. 1913 Balkan Harbi öncesi Anadolu’da esamesi bile okunmayan Türk kimliğinin etrafında önce bir devlet, sonra bir ulus kurma projesi nispeten sorunsuz geçecek, süreçte ortaya çıkan pürüzler (mesela eşit haklar söz verilerek projeye dahil edilen Kürdistan halkı) Dersim’de babadan kalma yöntemlerle halledilecekti.
Türk modern devleti sanat alanında kendini kurarken bu arka planın gölgesi her atılıma, her yaratıma düşüyordu. Köy Enstitüleri’nden konservatuarlara, müzikallerden operalara Türklük vurgusu giderek artıyor, tek tip ve çok sıkıcı bir müzikal kültür bu ülkenin imha edilmiş ruhlarının pahasına devlet eliyle besleniyor, tekelleşiyor, kanserleşiyordu.
Yeni cumhuriyetin doğal ideoloğu olarak Ziya Gökalp ve ardılları, Osmanlı’nın zengin müzik külliyatını Bizans Müziği olarak tasfiye ediyor ve hatta bir ara Cumhuriyet’in altın çocuklarından Cemal Reşit Rey’in Lüküs Hayat operetindeki bazı şarkılar fazla “alaturka” bulunarak sansür ediliyordu. Alaturka karşıtlığı yeni cumhuriyet elitinin tanımlayıcı özelliklerinden biri oluyordu.
İronik olan durum, aslında halkçılığın kökenlerinde yatan “kozmetik” modernleşme karşıtlığı, “efsununu kaybetmiş” rasyonel bir dünyadaki rahatsızlık, tam da kendini halkçı olarak tanımlayan yeni elitin eliyle bastırılıyor, üstü örtülüyor, yokmuş gibi yapılıyordu. Recaizade Ekrem’in 1896 Araba Sevdası adlı romanda yarattığı Bihruz Bey karakteri yeni elitin doğal karakteri haline geliyor, alaturka olan herşey ancak Türkleştirilerek bu ülkenin kültür hayatında bir yer buluyordu. Cumhuriyet’in sahiplerinin “biz”i, aynı Wagner’ın mitlerinin yaratmaya çalıştığı gibi hayalî bir “biz”di. Derin bir hipnoz halinde, sayıklama ile esrime hali arasında nüfuz edilebilen, rasyonal bir söylemmiş gibi yaparken aslında sadece bilinçdışında çalışan bir biz. Kürtler yokmuş gibi, Ermeni soykırımı olmamış gibi, her ay onlarca kadın öldürülmüyormuş gibi, eşcinseller, transseksüeller, travestiler yokmuş gibi, dünya giderek ısınmıyormuş gibi, kapitalist sistem ve liberal demokrasiden başka bir alternatifimiz yokmuş gibi yapan bir biz…