Barış Uzun
Marx, toplumsal değişmenin maddî yasalarını “keşfetmeye” doğru uzanan felsefi serüveninde, yazınsal birikiminin bütününe nazaran dine ancak bir parantez içini dolduracak kadar değinmiş, ona hiçbir zaman özel bir başlık atmamıştır. Bu, düşünsel istikametinin zorunlu bir sonucuydu elbet. Lakin, diyebiliriz ki, o kısa değinisi bile halefleri için hayli belirleyici olmuştur. Marx’ın eğiliminin bu yönde olmasından olsa gerek, onun ardından serpilip gelişen marksist/marksist-leninist yazının da dine ve dinsel olana yönelik hususi bir alakası olmamasına rağmen, bu alana dair yaklaşımı son derece keskin ve nettir.
Gelgelelim, toptancı bir yorum getirirsek haksızlık etmiş oluruz. August Bebel ve Hz. Muhammed ve İslam Kültürü isimli çalışması bu tabloda ölçek itibariyle küçük, ama hayli anlamlı bir ayrıntı olarak durur. Torna işçisi olarak katıldığı hayatta, zamanla Alman sosyalist hareketinin sembol figürlerinden biri haline gelen Bebel bu yapıtıyla, toplumların gelişim tarihine Avrupa merkezli olarak bakan eğilimden cesur bir kopuş sergilemiştir. İslam ile mayalanmış Doğu coğrafyası ve tarihsel değeri, Avrupalı sosyalistler nezdinde ilk olarak Bebel tarafından keşfedilmiştir. Bunun bir keşif olmasının dışında önemi, kendi içinde kâşifinin ve onun çağdaşları ile paylaştığı müşterek düşünsel evrenin ipuçlarını bulabileceğimiz bir numune oluşudur. Bu ipuçlarını görmek için metnin satır aralarına bakmamız gerekiyor.
Metnin içinden
Dinsel inançların varlığı ve yayılışı ile kültürel gelişmişlik arasındaki ilişkiye değinerek başladığı ilk sayfalarda Bebel şunları yazar:
“Din öğretilerinin yaygınlaşmayı amaçladıkları kültür düzeyinin gerisinde kalmaları ya da tersine bu düzeyin üstünde yer almaları, o dinin yaygınlaşma ve gelişme şansını olumsuz etkileyecektir. Birinci durumda, en iyimser olasılıkla bu ilkeler söz konusu toplumun kültür düzeyi bakımından az gelişmiş alt katmanlarını ve sınıflarını, ikinci durumda da üst katmanlarını ya da başka deyişle kültür düzeyi gelişmiş sınıfları memnun edecek, gelgelelim her iki durumda da kalıcı bir etki yapma şansını yitirip sonunda ya tamamen yok olup gidecek ya da belki yüzyıllar sonra, kültür düzeyi bakımından uygun ortamı sağlayacak koşulların doğması, başka deyişle toplumun belirli kesimlerinin daha yüksek bir kültürel gelişmişlik durumuna ulaşması üzerine yeniden ortaya çıkıp kendine uygun ve elverişli bir ortamda yayılma olanağına kavuşacaktır.”1
Bebel’in ifadeleri yaşadığı çağın ruhuna çok uygun düşüyor. Kendi geçmişinde Hıristiyanlığı uzun soluklu bir travma olarak deneyimlemiş, onun kurumlarının her alana aksi düşen hegemonyasından güç bela paçasını kurtarabilmiş Avrupa için din, onun bu yüzyıldaki entelektüelleri tarafından ekseriyetle bir gelişmişlik sorunu olarak anlam kazanmıştır. Hal böyle olunca, Bebel’in ifadelerinde dinsel inanç kültüre içkin değil, varlığının kaderi kültürün gelişmişlik seviyesine bağlı olan dışsal, yabancı bir unsur haline geliyor. İnsan kültürü ise sürekli gelişmektedir, bunun kaçınılmaz bir takım sonuçları olacaktır:
“Bu bakımdan, dinin (biçim değiştire değiştire) gelişmesi onun, dolayısıyla da bütün dinlerin son kertede yok olmaya, ateizme doğru yol aldıklarını gösterir.”2
Bebel’e göre, insan kültürünün sürekli gelişimi, dinsel inançları bu dinamizme adapte olmaya zorlamaktadır. Kültür ile birlikte sürekli değişim ve gelişimleri ise onları nihaî olarak yok olmaya sürüklemektedir. Bu bir kehanet ise, bu kehanetin şimdiye kadar gerçekleşmediğini, kapitalizm ile malûl modern uygarlığın kendisinde yarattığı manevî zedelenmeye ve tükenişe karşılık batılı bireyin dinlere doğru rücu ettiğini, hatta Hint mistisizminden ve Budist geleneklerden ithal unsurlarla kendine ait yeni dinsellik formları oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Bu açıdan bakıldığında din bir gelişmişlik sorunu değildir. Yani Bebel aslında kendi durduğu yerin teorisini yapmaktadır. Dinin insanın varoluş macerasındaki rolünün ne olduğu, bu yazının amacını aşan ve müstakil bir başlığı hak eden bir tartışma. Bu noktada bizim altını çizdiğimiz, Bebel’in tespitlerinin konunun hakikatine nazaran çok yetersiz kaldığıdır. Üstelik, Bebel’in kendisi için paradoksal olan şudur ki, çalışmasının başlangıcında dini, kültürel gelişmenin ritimlerine ayak uydurmak zorunda olan dışsal bir unsur olarak kurguladıktan sonra, İslam’ı kültür ve medeniyet inşacısı bir din olarak anlatmaya başlar. Bu medeniyet, İslam ruhu ile karakterize olmuş bir medeniyettir:
“İslamiyet ile Hıristiyanlık arasındaki önemli bir fark şudur: Araplar kendilerine boyun eğdirdikleri halkların ya da ulusların incelenmesinde ve bunlara ilişkin bilgilerde kendilerine yararlı olabilecek yapıtları özellikle toplarlardı. Oysa Hıristiyanlar kendi öğretilerini yayarken, benzeri kültür yapılarını ve anıtlarını, iblisin işi ve dinsizliğin belirtisi sayıp iyi bir Hıristiyan’ın bunları hemen yok etmesi gerektiğine inanarak yok etmekten geri kalmamışlardır.” 3
Açıktır ki İslam, diğer bir İbrahimî din olan Hıristiyanlığa kıyasla müntesibine daha rasyonel bir anlayış sağlamaktadır. Peygamberin “İlim kafirde de olsa alınız” sözü Bebel’in de bahsettiği bu anlayışı temsil eden anahtar bir ifadedir mesela. Endülüs uygarlığının, Avrupa aydınlanmasını besleyen kültürel ve bilimsel birikiminden ilerleyen satırlarda Bebel hararetle bahseder. Bunların yanı sıra, Bebel’in çalışmasında öne çıkan bir diğer nokta da, Nebevî hareketin dönemin toplumsal yapısında gerçekleştirdiği devrimci dönüşümlerdir. Köleliğin geleneksel yapısının kırılması en başa yazılması gerekendir:
“Gene bildiğimiz gibi İncil, kölecilikten yana tavır koyuyor. Muhammed ise köleliğin koşullarının yumuşatılması ve mümkünse kölelerin serbest bırakılmasından yanadır. ‘Doğruya inanan bir köleye özgürlüğünü bağışlayan kimse, Allah’ın karşısında büyük bir sevap işler’ der ve zekâtın bir bölümünün, kölelerin satın alınarak onların özgürlüğe kavuşturulması için kullanılmasını salık verir.” 4
Bu, bugünden bakılınca “eksik” görünse de, bir devrin anlayışının dönüştürülmesi açısından çok önemli bir adımdır. İslam, ilkesel olarak köleliğe karşıdır. İslamiyetin köleliğe niye son vermediği ya da veremediği sorusunun tartışılabilirliği ise ancak şu gerçeği bilmekle mümkündür: Hiçbir toplumsal sınıf, bir kalemde ortadan kaldırılamaz. Toplumlar yap-boz tahtaları değildir. Bu, ancak o sınıfı var eden koşulların ortadan kaldırılması ile mümkün olabilir. Bu da, doğası itibariyle tedrici ve “aşağıdan” gelişen bir süreçtir. İslam bu noktada kölelerin toplumsal yaşantıda, hür insanlarla aynı olanaklardan istifade etmesinin önünü açmıştır.
Hızlı yayılışının şifreleri
Meseleye daha derinlemesine vakıf olmak için dönemin toplumlarının nasıl bir atmosferde yaşadığına bakmamız gerekir. İran uygarlığı özelinde Ali Şeriati’nin dile getirdikleri bu açıdan manidardır:
“İranlı niçin Müslüman oldu? Bunun sebebini İslam’ın kendisinde aramak gerekmektedir. Şimdi İslam’ın başlarına dönelim. O sıralarda biz Sasanilerin son dönemlerini yaşamaktayız. Enüşirvan hükümetinin son dönemleridir ve İslam peygamberi yeni doğmuştur. Bir olay nakledeyim. Bunu, Sasani döneminin savunucusu Firdevsi anlatmaktadır. Hikayenin adı: ‘Ayakkabıcının oğlu’dur. Enuşirvan, İran’la Rum imparatorluğu arasında sonu gelmez beyhude savaşlardan dolayı paraya ihtiyaç duymaktadır. Halka yardım yapmaları konusunda duyuru yapar. Servet sahipleri yardımda bulunurlar. Bir ayakkabıcı gelir ve devlet görevlisine: ‘Benim birçok servetim ve mülküm var, bunların hepsini vermeye hazırım; bunun karşılığında bir istisna olarak oğlumun tahsil görmesine izin verilmesini istiyorum’ der. (Bu Şehnamede geçmektedir. Enuşirvan hikâyesine bakınız). Haber Enuşirvan’a ulaşır. Enuşirvan, olgunluk, kültür ve adalet açısından tarihte meşhurdur. (nisbi olarak söylüyorum). Paraya şiddetle ihtiyaç duymakta olan Enuşirvan, ‘benim toplumumda bir ayakkabıcı çocuğu tahsil yapamaz’ gerekçesiyle bunu reddeder ve der ki:’Ben ve şehzadelerim daima kâtiplere ihtiyaç duyarız. Eğer bir ayakkabıcı çocuğu gidip öğrenim görecek olursa derslerinde ilerleyebilir ve seçkin bir kâtip olabilir, şehzadeler ona ihtiyaç duyduklarında padişaha ve şehzadelere kâtiplik yapabilir. Bu durumda Sasani şehzadeleri, bir ayakkabıcı çocuğuna muhtaç olmuş olur. O zaman aşağı sınıfa, kasta ve asil soya mensup biri asil biriyle aynı seviyeye gelmiş olur. Padişaha ve şehzadelere danışmanlık yapacak olan kim olacak? Bir ayakkabıcı çocuğu. Hayır! Paranı da istemiyorum, böyle bir izin de vermiyorum!” 5
Şeriati’nin aktardığı bu ibretli öykü, bir bakıma dönemin özeti niteliğindedir. Bildiğimiz antik çağ filozoflarının çoğunun soylu-aristokrat olması, alt sınıflardan insanların kültürel alandan tamamen dışlandığının göstergesidir. Kültürel olanaklardan faydalanmak ve eğitilmek sınıfsal bir ayrıcalıktı. İslam toplumunda ise tam tersi söz konusudur. İslam, soylu sınıfların kültürel alandaki tekelini kırmış, eğitimi bir ayrıcalık olmaktan çıkarmıştır. İslam’ın toplumsal ilkelerinin en silikleştiği Emevi ve Abbasi dönemlerinde bile bu olgu değişmeden kalmıştır. İslam tarihindeki büyük ilmî, fıkhî ve felsefî şahsiyetlere bakarsak, bunların çoğunun mevali olduğunu görürüz. Bu toplumda, köle olsun, zengin olsun ya da hür olsun, yeteneği olan herkes için kendini geliştirme olanakları sonuna kadar mevcuttu. Kölelerin de aynı olanaklardan yararlanabilmesi, şüphesiz İslam toplumuna özgü bir durumdu. Bu yazdıklarımız İslam’ın hızlı yayılışının şifrelerini de bize vermektedir. İslam’ın vaad ettiği ve gerçekleştirdiği toplumsal dönüşümlerle, sınıflar arası geçişkenliğin neredeyse imkânsız olduğu İran gibi Doğu toplumlarında bir çeşit islamizasyon etkisi yaratmıştır. Kılıçla fetih, bu etkinin üstüne gelmiştir. Bebel’in de çalışması boyunca kendine has üslubu ve örnekleriyle işaret ettiği nokta budur. İslam, taşıdığı toplumsal iddia ve gerçekleştirdiği dönüşüm ile kendi adıyla müsemma medeniyetinin aktif şekilde inşacısı olmuş bir dindir.
Bebel’in Çalışması Ne Anlama Gelir?
Nietzsche her genellemenin bir cinayet olduğunu söyler. Bir kuramı inşa ederken ya da bir iddiayı ispat etmenin ihtirasıyla harcayacağımız anlam ve ayrıntılar, insanlığın düşünsel birikiminin kayıp hazinesi olarak buharlaşacak ve geriye ancak bıkkınlık veren polemikler için izafiyet malzemeleri kalacaktır. Biz bu soruya cevap verirken cümlenin sonuna nokta koyarak aynı geleneği sürdürmek istemiyoruz. Sözümüzün bittiği yerde virgül koyup tartışmanın kapısını açık bırakacağız.
Bebel, çağının idrakı ile kuşanmış bir sosyalist olarak, bizim terk ettiğimiz düşünsel alışkanlığa fazlasıyla sahip biri. Çalışmasının başında yaptığı dinlerin yapısı ve kaderine dair çıkarım, tarihi ve toplumu sabit yasalar önkabulü ile okumasının bir neticesidir. Toplumların tarihini üretici güçlerin gelişimine indirgeyen sosyalist, bu tabloda dini ve diğer kültürel unsurları bu sürecin bir alt başlığı, bir yan ürünü olarak okumaktadır. Bebel’i aynı eğilime sahip bir sosyalist olarak diğerlerinden ayıran fark ise, bu yan ürüne, İslam ve inşa ettiği uygarlık üzerinden özel olarak değinmiş olmasıdır. O nedenle bu çalışma sosyalist yazın tarihinde bu alana yönelik bir ilk örnek, bir feyiz kaynağı olarak durmaktadır. Umulur ki, Türkiye’nin sosyalistleri, aynı geçmişe sahip olmamalarına rağmen, aynı geleceği aynı umutla hedefledikleri Avrupalı öncüllerinden Bebel’i örnek alır, Kemalizm’in etkisinden sıyrılır, bu topraklarda İslam’ın tarih ve kültürünü dışlamamayı, anlamayı, incelemeyi öğrenir, bu tarih ve kültürün oluşturduğu kitlelerle daha çok haşır neşir olmaya çalışır.
1 Bebel, August, Hz Muhammed ve İslam Kültürü. Süreç Yayınları, 1987, s. 9-10.
2 A.g.m., s. 10.
3 A.g.m., s. 100.
4 A.g.m., s. 89.
5 Şeriati, Ali. Ali, Fecr Yayınevi, 2008, s. 373.