Abdulhamit Kırmızı
Dünü yeniden kuran ve kurgulayan bugündeliktir. Çünkü tarih asla tam olarak yakalanamayacak olan geçmişin kendisi değil, bugünden bakarak yorumladığımız bir geçmiştir. O yüzden mazi hal ile istikbal arasında yerini alır; dün aslında bugün ile yarın arasında algıladığımız bir zamandır.
Bugüne dair politik tercihlerimiz büyük oranda geçmiş algımız tarafından yönlendiriliyor. Ancak bu geçmiş algımız şişede durduğu gibi durmuyor, farkında olmasak da kendimizle beraber sürekli değişiyor. Şimdinin ihtiyacı dünün bilgisine şekil veriyor. Tarih açık uçlu bir kaynak olduğundan kendimizle ilgili algımız evrildikçe, geçmişle ilgili kavrayışımız da yenileniyor. O halde tarih kişiliğimizin merkezinde yer alan bir inşa eylemidir. Bireysel hafızamız gibi toplumsal hafızamız da değişken ve seçicidir.
Türkiye özgeçmişini gözden geçirip yeniden yazacağı bir yaşa geldi. Mahpusu olduğu büyük anlatı yırtıldığı için, kendisine yeni bir hikâye arıyor. Bu topyekûn bir dönüşümün tetiklediği bir arayış. Siyasal iktidarın, entelektüel auranın, sermayenin el değiştirmesi, taze unsurların güç oyunlarına dahil olması ve elbette küresel düzlemde yaşanan dönüşüm: 1989 devrimlerinden ve 11 Eylül vakasından sonra tarihleri çerçeveleyen üst anlatılar bunalıma girdi, hegemonik güçlerini kaybetmeye başladı.
Sonuçta, başka büyük hikâyelerin parçaları olan anlatı öğeleri yeni bir üst anlatıya eklemlendi ve geçmiş yeni bir şekle bürünmeye başladı. Elbette büyük anlatıya dönüşmenin eşiğindeki bu yeni hikâyelerin rahatsız edici boyutları olacaktır. Mesela, Kazım Karabekir’in “19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım” sözünün bir kitabın tanıtım posterlerinde kullanılması üzerine Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner kendisini tarihçileri uyarmak zorunda hissetti: Yaptığı konuşmada “Gerçeklerin değiştirilmesi ve saptırılmasıyla tarihsel olguların farklılaştırılmak istendiğini, böylece Atatürk ve arkadaşlarının mücadelesine farklı bir anlam yükleyerek alternatif bir tarih yaratılmaya çalışıldığını ibretle ve esefle görmekteyiz” dedi. Bir başka örnek de, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 30 Ağustos Zafer Bayramı’ndaki tebrik protokolünün değişmesini “Bir demokratikleşme ve sivilleşme değil, bir milleti tamamen tarih şuuru ve değerleriyle silikleştirme hareketi” olarak görmesiydi.
“Çılgın Türkler”
Bütün bu tepkilere rağmen tarih değişmeye devam edecek. Dersim katliamının 2009 sonbaharında sorgulanması gibi, Türkiye geçmişiyle oynamaya devam edecek.
Son on yılda Türkiye yılgınlığın yerini özgüvenin almasını sağlayan bir değişim dönemi yaşadı. İlköğretimden itibaren damardan zerkedilen Sevr paranoyası sanki aşınmaya başladı. Mağlubiyet hissiyatı yerini galibiyet arayışına bıraktı. Ulusalcıların “çılgın Türkler” propagandası bile farkında olmadan bu değirmene su taşıdı. Türkiye’nin boyu uzadı, eskiden boyundan büyük görülen işlere uzanmaya başladı.
Ancak son yıllarda daha etkin bir dış politika güdülmesinden kaynaklanan ivmeyi Yeni-Osmanlıcılık olarak adlandırmak tam bir yanılsamadır. Gerek fetih rüyaları görenler, gerek niyet okuma merasimleriyle yeni politikaları eksen kayması olarak yaftalayanlar aynı yanılsamanın iki yüzünü paylaşıyor.
Yeni-Osmanlıcılık hangi Osmanlı’nın –cılığıdır? Daha bırakın Arap illerini, Anadolu’nun doğusunu bile almadan Rumeli’ye yerleşen, Bosna’yı Erzincan’dan elli yıl önce ele geçiren Osmanlı’nın ekseni neydi? Önüne “yeni” takısı eklenen “Osmanlıcılık” kelimesinin kendisi bile Tanzimat’la gelişen, müslim-gayrımüslim bütün tebayı kucaklamak isteyen bir ideolojinin adıydı.
Bu söylemin popüler kültürdeki yansıması olarak gösterilen Muhteşem Yüzyıl dizisi acaba gerçekten Osmanlı özleminin bir ifadesi midir, yoksa deodorant kokan postmoderntiki gençliğinin tüketim, cinsellik, fantezi, lüks ve ihtişam açlığına hitap eden bir seyir nesnesi midir?
Sorun şu ki, iki taraf da Yeni-Osmanlıcılık menemini bir muhalefet enstrümanı olarak kullanıyor. Fetih rüyası görenler için bu terkip devletin on yıllardır alışılagelen miyopik kültür ve dış politikalarına, karalamak isteyenler içinse şimdiki iktidara yönelen bir muhalefet söyleminin parçasıdır. Yeni-Osmanlıcılık tarafına düştüğü düşünülenler için bugünü meşrulaştırma, bunların hilafgirleri içinse bugüne karşı çıkma aracıdır. Ve bu bakımdan geçmişin kendisinden ziyade bugündelikle ilişkilidir.
Nüfuz arama çabası
Türk dış politikasının yeni dilini belki de Yeni-Osmanlıcılık’tan ziyade emperyalist çağın çizdiği sınırlara hapsolan halkların ulus-devlet prangalarını sökmeye yönelik bir söylem olarak algılamak lazım. Elbette kapitalizmin yeni ihtiyaçlarından doğan küreselleşmenin kayıtları, mücahitlikten gelen müteahhitlerin doyum arayışı, esnek güç kullanarak pax-turcica kurma hevesleri hesaba katılmalıdır. İç sıkıntılarına odaklanan Amerika ve Avrupa’nın boşladığı bölgelerde nüfuz arama çabası olarak da görülebilir.
Asıl sorun Amerikan ve Avrupa emperyalizmini eleştirirken kendi kimi benzer dürtülerimizle hesaplaşamamaktır. Osmanlı tarihi çalışmalarında böyle bir hesaplaşma “Osmanlı oryantalizmi/emperyalizmi” tartışmalarıyla on yıl önce başladı. Şimdi külâhları masaya koyup samimi bir şekilde yeni yönelimlerimizin psişik kökenlerini tartışmak lazımdır. Belki gerçekten de gönülllüsü olmadığımız bir hafızadan kurtulmanın doğurduğu boşluğu “ufukların efendisi” Osmanlılar ile doldurmak istiyoruz. Belki de sözkonusu olan basitçe geçmişe bir özlem değil, geçmişe ilişkin yeni bir dil arayışıdır.
Her ne olursa olsun, hafızayı onarmak için önce bilincimizi bulandıran kalıntıların temizlenmesi gerek. Kürt, Alevi, Ermeni, Kıbrıs gibi meselelerle hesaplaşmadan -varsa- Yeni-Osmanlıcılık dilinin meşruiyetini yayıp hegemonik bir mevkiye yükselmesi zaten mümkün olmayacaktır.