Mehveş Bingöllü
12 Haziran seçimlerinden beri “Yeni Anayasa” tartışmaları ivme kazandı. Meslek kuruluşları, sendikalar, sivil toplum örgütleri ve çeşitli başka oluşumlar, seçimden önce de Yeni Anayasa’nın nasıl olması gerektiğine dair toplantılar düzenledi, yurttaşlara danıştı, raporlar hazırladı. Bugünlerde ise “Yeni Anayasa nasıl olmalı” konusu kamuoyunda hararetli bir biçimde tartışılır hale geldi. Ayrıca, TBMM çatısı altında Ekim ayı içinde çalışmalarına başlayan bir “Anayasa Uzlaşma Komisyonu” oluşturuldu ve Meclis Başkanlığı “Yeni Anayasa” adında bir websitesi kurdu.
Yeni Anayasa’nın nasıl olması gerektiğinin bu denli tartışılıyor olmasının umut verici olduğu söylenmeli. Tartışmaların, yorumların ve raporların çoğunlukla teknik/salt hukukî konulardansa Türkiye toplumunun hakiki sorunlarını ilgilendiriyor olması ise daha da umut verici : “Atatürk milliyetçiliği”, “Türklük”, “laiklik”, “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” kavramlarının tartışıldığına ve 1982 Anayasa’sının bu kavramlar çevresindeki maddelerinin değiştirilmesi ve bazılarının toptan kaldırılması gerektiğinin söylendiğine şahit oluyoruz. Silahlı kuvvetlerin rolü, vatandaşlık, eğitim dili, bölgesel yönetimler de en çok üzerinde durulan konular arasında.
Bu sayılanlar neden en çok konuşulan konular sorusu hemen yanıtlanabilir, tereddütsüz : Çünkü bu konular yakın tarihte çekilen acılara tekabül ediyor. Yeni Anayasa ile ulaşılmak istenen hedef, “Geçmişle Yüzleşme Komisyonları”nın hedefi sanki (adını tam koymadan): Hesaplaşma. Geçmişle hesaplaşma. Devletle hesaplaşma ama. Atatürk’ü korumak ve laiklik adına yapılan darbelerle, kesilen cezalarla; Türklük, bölünmezlik adına işlenen cinayetlerle, yapılan işkencelerle, cezaevlerinde geçirilen yıllarla; bir dilin konuşulmasını engellemek icin reva görülen eziyetlerle hesaplaşma… Yeni Anayasa ancak bu hesaplaşmayı yansıtabildiği ölçüde başarılı bir metin olacak.
Yalnızca bir metin değil
Anayasa’nın bir metin olduğunu söylemişken, onun, bireylerin temel hak ve özgürlüklerini içeren ve toplum olarak birarada nasıl bir sistem içinde yaşanacağını gösteren bir metin olarak, mürekkep ve sesler arasında sıkışıp kalmayan, içerdiği hak ve özgürlükleri yaşatan bir metin olması gerektiğini de söylemeli. Anayasa’yı uygulayacak olanların, yani hükümetin, idarî makamların ve yargı kurumlarının, bireylerin hak ve özgürlüklerinin hayata geçirilmesindeki sorumlulukları aşikâr. Ancak, uygulayıcılara, evrensel hukuk ilkelerine aykırı bir işlem yaptıklarında ya da bir karar verdiklerinde aynı zamanda anayasayı da ihlal edecekleri mesajını vermek için anayasanın yazım/yapım sürecinde sorumlu olanlara da iş düşüyor.
Bir örnek vermek gerekirse: 2006’dan bu yana Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) 6. maddesinin son fıkrasına dayanılarak ve “koruma tedbiri” adı altında onlarca Kürt gazetesinin yayını aylar boyunca durduruldu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), 40’a yakın kararında, sözkonusu uygulamaların Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ifade özgürlüğünü ihtiva eden 10. maddesine aykırı olduğunu tespit etti. AİHM, bu kararlarında bahis konusu koruma tedbirlerinin, gazetelerin yayın durdurma kararlarının verildiği tarihte henüz içeriği bilinmeyen ileriki basımlarına ve gazete içeriğinin tümüne yönelik olması nedeniyle sansür olarak nitelenmesi gerektiğini söyledi ve Türkiye Hükümetini ilgili yasa hükmünü değiştirmeye davet etti[1]. Anayasa Mahkemesi (AYM) ise, devletin keyfî olarak basın özgürlüğüne müdahale etmesini sağlayan bu TMK hükmünü “terörün ülkemizdeki amacı, boyutları, kullandığı yöntemler, basın yayın organlarının kitlelere ulaşmada sağladığı kolaylık ve toplum üzerindeki etkinliğini” dikkate alarak Anayasa’ya uygun buldu[2]. İşte, Anayasa’da basın özgürlüğünü düzenleyen madde, AYM’nin yukarıdaki gerekçelerle devletin basın özgürlüğüne keyfî müdahalesine izin vermesini engelleyebilecek biçimde kaleme alınmalıdır. Anayasa’yı yapanlar, AYM’nin sözü edilen kararına benzer kararların verilmesini engellemek için her türlü önlemi almalıdır.
Bu önlemlerin belki de en önemlisi, Anayasa yapılırken devletin “kutsal/yüce” ve bireyin “devlete tabi” oldugu zihniyetini terketmek ve Anayasa’nın merkezine “insan”ı ve onun hak ve özgürlüklerini almaktır. Ancak bu zihniyet değişikliğiyle geçtiğimiz Ekim ayı içinde yakasını tuttuğu milletvekiline “Ben devletim. Sen kimsin lan” diyen polis memuru gibi memurlardan kurtulabiliriz.
Temel adımlar
Yukarıda sözü edilen “hesaplaşma” da böylece, yani Anayasa’nın merkezine “insan”ın konulması ile gerçekleştirilebilir. Bugüne dek hak ihlaline maruz kalan birey ve grupların haklarının tereddüte yer vermeyecek biçimde anayasal güvence altına alınması, grupların varlığının tanınması, çoğulculuk ilkesinin anayasa ile hayata geçirilmesi, şimdiye kadar yaşanan ağır ihlallerin tekrar etmemesi için bir başlangıç noktası olabilir. Bu bağlamda atılabilecek en temel adımlar şu şekilde özetlenebilir:
Öncelikle, milliyetçiliğin herhangi bir çeşidi Anayasa’da yer almamalıdır. Dahası, Anayasa’da “Türklük”, “Türk Milleti”, “Türk vatandaşı” gibi ifadelere yer verilmemelidir. “Türk” ifadesinin bir etnisitenin adı olması bir tarafa, bunun ulusun adı olduğu binlerce kez söylense de, bu ülkede kendini “Türk” hissetmeyen ve anadili Türkçe’den başka bir dil olan ama Türkiye’yle arasındaki yurttaşlık bağı ile bir meselesi olmayan – büyük çoğunluğu Kürt – milyonlarca insanın varlığı gözardı edilemez. Aksi halin sonucunun son otuz yılda yaşadığımız acılar olduğunu biliyoruz.
Kürt kimliğinin tanınmasının en belirgin yollarından biri olan anadilde eğitim Anayasa’da yer almalıdır. Kamu hizmetlerinin, Türkiye yurttaşlarının kullandığı Türkçe dışındaki dillerde verilmesi de mutlaka sağlanmalıdır. Yine, esas olarak Kürtlerin, ama diğer azınlık grupların da, Parlamento’da adil olarak temsil edilebilmeleri için halihazırda %10 olan seçim barajının kaldırılması olmazsa olmaz bir koşuldur.
Bugün için yalnızca Kürt hareketi tarafından talep edilse de, ülkenin tamamında uygulanması ile bizi daha demokratik ve çoğulcu bir yapıya kavuşturabilecek bölgesel yönetimlerin kurulması Yeni Anayasa’da yer almalıdır. İdarî yapının değişip yerel demokratik yönetimlerin bulundukları bölge üzerinde söz sahibi olmaları, hem halkın ihtiyaçlarına daha doğru yanıtlar sağlayacaktır hem de bir süredir varlığı gitgide azalan birlikte yaşama isteğini güçlendirecektir. Yani aslında bölgesel yönetimler bu toplumun bölünmemesinin teminatı olacaktır.
Otuz yıldan fazla bir zamandır silahlı çatışmalar yaşanan bu ülkede, din ve vicdan özgürlüğünün bir parçası olduğu yakın zamanda AİHM tarafından da kabul edilen vicdanî red hakkı[3] Anayasa’da bir hak olarak yer almalıdır.
Laiklik ilkesi “Türk usulü laiklik” olmaktan çıkarılmalıdır. Türkiye’de onlarca din ve mezhep varken, Diyanet İşleri Başkanlığı adında yalnızca Sünni-Hanefi mezhebini temsil eden bu devlet kurumunun acilen ortadan kaldırılması gerekir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın lağvedilmesinin kısa ve orta vadede yaratacağı sorunlar, bu kurumun laiklik ilkesine aykırılığını görmezden gelmeye yol açmamalıdır. İlköğretimde zorunlu din dersi laiklik ilkesine aykırıdır ve kaldırılmalıdır. Halihazırda eğitim sisteminde bulunan zorunlu din derslerinin içeriği, nüfus cüzdanlarındaki din hanesinin varlığı gibi, AİHM tarafından da kabul edilemez bulunmuştur[4]. Dinî semboller taşıyan kişilerin, özellikle başörtülü kadınların, kamu hizmetinden yararlanmaları da anayasal güvence altına alınmalıdır.
Adalet sisteminin ve hak arama yollarının güçlendirilmesi de Yeni Anayasa ile yapılmalıdır. Bu bağlamda ilk ve en temel adımlar sivil-askerî yargı ayrımının ortadan kaldırılması, idarenin tüm eylem ve işlemlerinin yargı denetimine tabi olması ilkesinin istisnasız kabul edilmesi, Ombudsperson kurumunun Anayasa’da yer almasıdır.
Sosyal devlet ilkesi, yürürlükte bulunan Anayasa’nın 65. maddesinin[5] ve medenî ve siyasî hakların gölgesinden kurtarılarak hayata geçirilmelidir. Sosyal ve ekonomik hakların büyük çoğunluğunun, devletlerin malî kaynakları elverdiğince ve aşamalı olarak gerçekleştirilebilecekleri uluslararası sözleşmeler tarafından da kabul edilmiştir. Ancak, bu haklar arasında, malî kaynak gerektirmeyen hakların (örneğin sendika kurma hakkı ve grev hakkı) bu özelliği anayasal güvence altına alınmalıdır.[6] Diğer yandan malî kaynak gerektirse de içeriği ve sonuçları itibariyle özel bir öneme sahip olan sosyal güvenlik hakkının herkes için sağlanması malî kaynak bulunması şartına bağlı olarak ele alınmamalıdır. Sendikal örgütlenme özgürlüğü ile ilgili ve sendikal haklar alanındaki kamu sektörü – özel sektör ayrımı ortadan kaldırılmalıdır. Sosyal haklar alanında da eşitliği sağlamak için olumlu ayrımcılığın uygulanacağı Anayasa’da yer almalıdır. Her koşulda Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler, özellikle de Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı ve Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi, Yeni Anayasa’nın yapılışı sürecinde dikkate alınmalıdır.
Keza, çevreye ilişkin haklar da, merkeze insan ve çevrenin korunması koyularak düzenlenmeli ve düzenleme yapılırken uluslararası sözleşmeler ve dünyadaki gelişmeler dikkate alınmalıdır.
Son olarak, yurttaşların kanun önünde eşitliğini düzenleyen maddede, ayrımcılık sebepleri olarak “dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep”ten başka, “etnik köken, cinsel kimlik, cinsel yönelim, yaş, bedensel ya da zihinsel engel” de açıkça belirtilmelidir.
Ortaklığı kurmak için
Yukarıda atılması gereken temel adımlar olarak belirtilen hususlar (ve yazının başında bahsi geçen bazı sivil toplum örgütleri ve diğer başka oluşumların Yeni Anayasa ile ilgili yaptıkları öneriler) bir yana, Anayasa yapılırken esas olarak gözönüne alınması gereken hak öznesi olan ve hakları halihazırda ihlal edilen ve/veya ihlale açık olan grupların talepleri olmalıdır. Sayıca az olan grupların (Aleviler, Kürtler, Romanlar, eşcinseller, trans bireyler ve engelliler gibi) ve sayıca az olmasalar bile gücü elinde bulundurmayan grupların (kadınlar ve işçiler) temsilcilerinin ve ayrıca çevre haklarının korunması için faaliyette bulunan grupların Anayasa yapım aşamasında söyleyeceği sözler dikkate alınmalıdır. Bu arada, sesi olmayan ya da olsa da duyulmayan diğer bazı grupların – özellikle göçmen ve mültecilerin – haklarının anayasal güvence altına alınmasının Anayasa’yı yapacak olanların ahlakî ve hukukî sorumluluğu olduğunu da not etmeli.
Toplumun çeşitli kesimlerinden gelecek olan talep ve önerileri Yeni Anayasa çalışmalarına yansıtma konusunda başta iktidar partisi olmak üzere, T.B.M.M.’de temsil edilen ve edilmeyen tüm siyasî partilere büyük iş düşüyor. Özellikle, iktidar partisi olan AKP bugüne dek Yeni Anayasa ile ilgili koruduğu sessizliği bozmalıdır. Çünkü Hükümet, diğer siyasî partilerin önerilerini dile getirebilecekleri bir forum yaratmakla ve yönetmekle mükellef bir “kolaylaştırıcı” değildir. AKP’nin uzun yıllardır vaat ettiği ve söz verdiği “sivil” ve demokratik bir anayasanın yapımı için milliyetçi ve muhafazakâr oyları kaybetme kaygısını bir tarafa atarak elini taşın altına koymasının zamanı gelmiştir (ve hatta geçmiştir).
Bitirirken, Sol’un da bugüne dek Yeni Anayasa konusunda sessiz kaldığına dikkat çekmeli. Şimdiye kadar süren sessizliğin nedeni ne olursa olsun, Sol’un, özellikle siyasî partilerin, geçmişle hesaplaşmayı gerçekleştirebilirse Yeni Anayasa’nın ülkenin geleceğine şekil vereceğini gözardı etmemesi gerekir. Bu nedenle ve Yeni Anayasa toplumun hemen her kesiminin öncelikli konulardan biri haline gelmişken, toplumdan gelecek öneri ve taleplerin Yeni Anayasa’nın yapımına yansıtılması için Sol artık işe koyulmalıdır.
[2] Bkz. AYM’nin 2006/121 esas sayılı ve 26 Kasım 2009 tarihinde 27418 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanmış olan kararı http://www.anayasa.gov.tr/index.php?l=manage_karar&ref=show&action=karar&id=2802&content=Ter%F6rle%20M%FCcadele%20Kanunu
[3] Bkz. 7 Temmuz 2011 tarihli Bayatyan/Ermenistan kararı
[4] 9 Ekim 2007 tarihli Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye ve 2 Şubat 2010 tarihli Sinan Işık/Türkiye kararları
[5] Anayasa’nın 65. maddesi şöyledir: Devlet, sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek malî kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir.
[6] Bu görüş DİSK’in “Özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik ve sosyal bir Anayasa için temel ilkeler” adlı ve Haziran 2009 tarihli raporunda da dile getirilmiştir.