Sinan Özbek
Ekolojinin bir felsefe sorunu olarak işlenmesi yakın zamanlarda başlıyor. Hans Jonas Sorumluluk İlkesi adlı kitabını 1979’da yayımlamakla hemen birlikte ekoloji etiğinin kurucusu, babası unvanını alıyor. Jonas, gününe kadar gelen etiği “şimdiki zamanla sınırlı olmak ve geleceği hesaba katmamakla” eleştiriyor. Yalnızca bu eleştiri bile, geleceği de konu edinmiş bir disiplin olan Marksizmle hesaplaşmasını zorunlu hale getiriyor. Jonas, kitabının çok önemli bir bölümünü Marksizm eleştirisine ayırarak kendi meşrebince bunu yapıyor. Yazdıkları kendinden sonraki ekoloji bağlamında yapılan Marx eleştirilerinin kaynağı gibi. Kaynakla yapılan tartışma, türevlere de cevap olacağından Jonas ile tartışmayı yeğliyorum.
Doğa-insan ikilemi
İnsanın Afrika’da Turkana Gölü civarından başlayan serüveni 150 bin yılı geçiyor. Homo sapiens sapiens olarak bugünkü insan, Afrika’dan çıkarak bütün gezegeni kendine yurt edindi. Biz bu serüvenin son 5-6 bin yılı hakkında daha doyurucu, kayda değer verilere dayanarak konuşabiliyoruz. Bundan önceki dönemler hakkında tatmin edici tezler ileri sürmekte zorlanıyoruz. Bu zamanın önemli bölümü, insanın var olma mücadelesidir. Besinin ele geçirilmesi, yeni kuşakların büyütülebilmesi asıl olarak doğaya karşı verilen mücadeledir. Doğaya karşı verilen ve hayatta kalabilme tepisiyle güdülenmiş bu mücadele, giderek tinsel anlamda da bir karşıtlığın ortaya çıkmasına yol açıyor. Doğanın karşısına besin için, barınma için dikilen insan, giderek kendini tinsel olarak doğanın dışında, ondan başka bir varolan olarak kurmaya başlıyor. Bunun belki de en uç ifadelerinden biri, “dünyaya bırakılmış, fırlatılmış olmak” şeklinde.
Giderek din inancı da insanla doğanın bağını kesen bir aşamaya geliyor. Tek Tanrılı dinlerin, Eski Ahit’in insanı cennetten kovarak dünyaya yerleştirmesi, insanının dünyalı oluşunun da sona erdirilmesidir. İnsan artık dünyalı değildir, dünya sadece insanın sınandığı bir uğraktır.
Doğanın fethedilmesi
Doğanın karşısına besin ve barınma talebiyle çıkan insan, zamanla doğayı denetim altına alma istek ve hırsına dönüştürüyor çabasını. Felsefe tarihinde Bacon, bu istek ve çabanın somutlaştığı isim olarak anılıyor. Jonas, Bacon isminin bu şekilde anılmasında etkili oluyor. Şöyle diyor: “Bir apokaliptik durumun içinde yaşadığımız, yani evrensel bir felaketin hemen başlangıcında bulunduğumuz gerçekse, şimdiye kadar söylenenler geçerlidir. En çok bilinen olsa da burada söylememiz gereken bir şeyler var: Tehlike bilimsel-teknik endüstriyel toplumun olağan üstü bir boyut kazanmasından kaynaklanıyor. Bunu Baconcı program olarak adlandırabiliriz”.
Doğanın egemenlik altına alınmasını Baconcı ideal olarak değerlendiren Jonas, bilginin doğayı kontrol altına almak için gerektiğine vurgu yapıyor. Jonas’a göre “Bilim ve teknik aracılığıyla doğa üzerinde egemenlik kuran Baconcı idealin felaket tehlikesi, onun büyük başarısında yatıyor”. Bu da ekonomik ve biyolojik alanda kendini gösteriyor. İnsanın kendi üzerindeki kontrolünü kaybedecek bir noktaya varması, Baconcı idealin kendi zaferinin en yüksek noktasında kendi yetersizliğinin, kendi içindeki çelişkinin ortaya çıkmasıdır. Bu durum öyle bir aşamaya varmıştır ki artık korunması gereken iki şey vardır: Hem doğa insanın yıkıcı etkisinden korunmalı hem de insanın kendisi insandan korunmalıdır. Bu da Baconcı anlamdaki iktidarın olağanüstü boyut kazanmasının bir sonucudur. Teknik gelişmeler öylesine bir noktaya varmıştır ki, tekniğin kullanılması sonuç olarak bir iktidarsızlığa yol açmıştır. İnsanının doğa üzerindeki iktidarının yerleşmesiyle beklenen iyileşmenin tam tersine, bu iktidarın kendisi tehdide dönüşmüştür. Sürecin bir felaketle sonlanması ancak bu iktidarın üzerinde bir başka iktidarın kurulmasıyla, yerleşmesiyle sağlanabilir.
Jonas iki noktada eleştirilebilir. İlk olarak Bacon’ın doğanın insafsızca denetim altına alınmasıyla böylesine özdeşleştirilmesi sorunludur. Bacon ismiyle gevşek bir şekilde doğanın denetlenmesi doğrultusunda üretilen görüşleri sembolize etme, anlayışla karşılanabilir. Ancak Bacon’ın barbarca bir doğa denetimini savunan filozof olarak algılanması yerinde değildir. Kuşkusuz Bacon’ın İdol Öğretisi, insanın doğa karşısındaki güçsüzlüğünün kaynaklarını da anlamaya çalışıyor. Burada Bacon, insanın neden doğayı hâlâ denetleyemediğini soruyor. Ancak bu sorunun sonuçları hiç de Jonas’ın çıkardığı sonuçlar değil. Bacon, Novum Organum adlı kitabında “Biz, tabiatın hareketlerini kurgulamak yerine keşfetmeliyiz” ifadesini kullanıyor. Asıl Jonas’ı sıkıntıya sokacak ifade sonra geliyor: “O halde, ‘şey’lerin üzerinde bulunan insanın imparatorluğu, yalnız sanatlar ve bilimler üzerinde kurulur. Çünkü tabiat yalnızca kendine boyun eğilerek idare edilmektedir”.
Marx, Bacon’ın devamı mı?
Jonas’ın, Bacon’ı doğanın barbarca denetlenmesinin teorisini, felsefesini yapan filozof konumuna yerleştirmesini takip eden ikinci yanılgısı Marx’ı bu idenin devamcısı olarak kavrayıp anlatmasıdır. İnsanın kendini denetleyecek gücü nereden bulacağı sorusu, Jonas’ta toplumsal bir olgu olarak kavranıyor. Çünkü insan korku ya da sorumluluk gibi bir kavramla bu gücü elde edemez. Bu soruna toplumu öne çıkarak cevap üretme de Jonas’ı Marx’la tartışmaya zorluyor. Artık soru Marksizmin insanlığın felakete sürüklenmesini durdurup durduramayacağıdır. Değil mi ki Marx insanlığın geleceği hakkında düşünceler üretiyor, şimdi onun sorunu çözüp çözmediği sorulmalıdır. Jonas şöyle buyuruyor: “Kısaca Marksizm köken itibariyle Baconcı devrimin mirasıdır ve kendini tanımlayışıyla Baconcı devrimin kapitalizmin olduğundan daha iyi (yani daha etkili) tamamlayıcısıdır”.
Jonas’ın bu düşüncesini temellendirmek için seçtiği yöntem de talihsiz. Jonas bu yaklaşımını Marx’ın “şimdiye kadarki tarih, gerçek insanının ön tarihidir” dediği iddiası üzerine oturtuyor. Bir adım daha atarak Marksist sınıfsız toplum idesinin ön koşulunun, doğanın tam bir denetimi olduğunu ekliyor.
İlk olarak Jonas’a hatırlatmak gerekiyor: Marx için sınıfsız toplum geleceğin kendine göre düzenlenmesi gereken bir ide olmadığı gibi, oluşturulması, yaratılması gereken bir durum da değil. O, bugünkü verili durumu ortadan kaldıran gerçek devinimdir. Marx, sınıfsız toplum için doğanın Baconcı anlayışla denetlenmesini değil, üretici güçlerin gelişmesini olmazsa olmaz olarak görür.
Marx’ın kullandığı anlamıyla “ön tarih” saptaması Jonas’ın dediği gibi insana ilişkin bir ifade değil topluma ilişkin bir ifadedir. Marx ve Engels Manifesto’da “şimdiye kadarki toplumların tarihi, sınıf savaşlarının tarihidir” ifadesini kullanır. Oradaki ifade “toplumların ön tarihi” şeklindedir. Bu “ön tarih” yazılı hale gelmiş ve bize ulaşmıştır. Bunun öncesine dair bilgi noksanlığı vardır. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisi ’nde de “kapitalizmin yıkılmasıyla insan toplumunun ön tarihinin son bulacağını” söylüyor. Buradan hareketle “ön tarih” belirlenimi insanla dolaysız bir ilişki içinde düşünülecekse, insanın dış koşulların sertliği karşısında kendi dinamiklerini, öz yeteneklerini açığa çıkaramaz oluşuyla ilişkilendirilmelidir. İnsanın kendi ayakları üzerinde durmadan, bağımsız bir canlı olamayacağı düşüncesi, Marksist bir yaklaşımdır. İnsanın kendini ezen koşullardan kurtarmasının gereğine vurgu yapmakla, bunun sonucunda bir “üstün insan” çıkacağını söylemek arasında uçurum vardır.
Bırakınız Marx’ın doğanın barbarca denetlenmesine yol açacak bir görüşe sahip olmasını, onun ekoloji körü olduğunu ileri sürmek bile temelsizdir. Buna Marx’ın doğa kavrayışı tartışmasına kadar genişletmeden, sınırlı örnekle değinmekte yarar var. Böylece Jonas’ın Marksizm eleştirisinde ele alınması gereken ikinci başlık da ortaya konulabilir. Jonas, doğanın denetlenmesinin sınıfsız toplum öngörüsünün koşulu olduğunu iddia ediyor. Kuşkusuz Marx üretici güçlerin gelişmesini, sınıfsız toplumun ön koşulu olarak görüyor. Ancak aynı Marx, “Üretici güçlerin gelişmesinde öyle bir aşama gelir ki, bu aşamada mevcut ilişkiler çerçevesi içinde ancak zararlı olabilen, artık üretici güçler olmaktan çıkıp yıkıcı güçler haline gelen (makine kullanımı, para) üretici güçler ve dolaşım araçları doğar” tespitini yapıyor. Burada “makinenin yıkıcı güce” dönüşebileceğinin söylenmiş olmasına dikkat edilmeli, ekoloji felsefesi açısından altı kalınca çizilmeli.
Doğa, insanın inorganik bedeni
Doğa-ide karşıtlığının Marx’ın felsefesinde yeri yoktur. Marx, insanın doğrudan doğruya doğa yoluyla üretim yaptığını söylüyor ve “doğa insanın organik olmayan bedenidir” ifadesiyle insanı doğayla tekrardan bütünleştiriyor. Üretici güçlerin gelişmesini sınıfsız toplum için bir ön koşul olarak görmek neden doğanın Baconcı tarzda denetlenmesi anlamına gelsin? Jonas, üretici güçlerin gelişmesinin sınıfsız toplum için bir koşul olmasını, doğanın egemenlik altına alınması olarak kavramakla, insanların üretici güçleri hem geliştirip ve hem de doğayı barbarca yağmalamayacakları bir toplum düşünemiyor.
Marx, duyusal dış dünya olarak ele aldığı doğa olmaksızın, üretimin hiçbir türünün mümkün olmadığını yazıyor. Ona göre, doğanın ürünleri insanın karşısına nasıl çıkarsa çıksın, insan somut varlığını bunlarla sürdürüyor. Marx şöyle devam ediyor: “İnsanın evrenselliği pratikte, bütün doğayı kendi organik olmayan bedeni kılan bu evrensellikte kendini gösterir: Çünkü doğa 1- dolaysız yaşama aracıdır, 2- yaşama etkinliğinin gereci, nesnesi ve aracıdır”. İnsan yaşamını sürdürmek istiyorsa, doğayla ilişkisi sürekli olmak zorundadır. Marx, insanın yaşamının doğaya bağlı olmasını yalnızca doğanın kendine bağlı olması olarak anlıyor. Aynı yerde Marx, “çünkü insan doğanın bir parçasıdır” ifadesini kullanıyor. Parçanın bütüne bağlı oluşu da bütünün kendi içindeki bir bağdır. Doğanın böylesine önemli bir yere yerleştirilmiş olması Marx’ın sadece doğadan hareket eden bir bilimin gerçek bilim olacağını savunmasına da yol açıyor. Buradan hareketle Alfred Schmidt haklı olarak “Marx için doğa ve insanlık tarihi karşıtlık içinde birlik oluşturmaktadır” saptamasını yapar. Marx’ta doğa ve toplumu, doğa bilimlerini ve tarih bilimini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Marx’ın çok tartışılan görüşü şöyle: “Biz sadece bir bilim tanıyoruz, tarihin bilimi. Tarih doğanın tarihi ve insanlığın tarihi şeklinde ayrılan, iki perspektiften incelenebilir. Bu iki cephede birbirinden ayrılamaz, insan var olduğu sürece doğanın tarihi ve insanın tarihi birbirine bağlıdır.”. Marx’a göre tarih ve doğa iki ayrı şey değildir ve insanın önünde sürekli olarak “tarihsel doğa ve doğal tarih” vardır.
Kuşkusuz Marx ve Engels’te ekoloji felsefesi açısından “talihsiz, dikkatsiz” denebilecek ifadeler bulunabilir. Ancak Marx’ın görüşleri bir bütün olarak ele alınırsa, doğanın barbarca egemenlik altına alınmak istendiğini ileri sürmek mümkün değildir. Marx, Manifesto’da burjuvazinin daha yüzyıllık sınıf egemenliğinde şimdiye kadarki kuşakların hepsinin toplamından daha çok ve sınırsız büyüklükte üretim gücü yarattığını anlatıyor. Bu gelişme, doğa güçlerinin boyunduruk altına alınmasını, makinelerin icadını, kimyasal maddelerin endüstri ve ziraatta kullanılmasını, buharlı gemilerin, demiryollarının dünyanın her tarafında kullanılmasını sağlamış, ırmakları gemilerin geçişine uygun hale getirmiştir. Bu söylenenler iki şeye gönderme yapıyor: Bir yandan artık ulusal sınırlara sıkışmış ekonomilerin dünyaya açılması, insanın ufkunun genişlemesi ve öte yandan eksiksiz bir yabancılaşma olarak evrensel şeyleşme. Olgunun bu ikili karakteri, Marx’ın tarih felsefesinde bir temel anlayışla ilişkilidir: İnsanlık kapitalist üretim tarzından geçmek durumunda kalmıştır. Ancak kapitalist üretim tarzından geçmek, onu geride bırakmak anlamına da gelir. Marx, Grundrisse’de eski üretim ilişkilerine dönme hayalinde olan romantikleri gülünç bulduğu kadar, mevcut üretim ilişkilerinin devamını savunan pozitivistleri de gülünç bulduğunu yazıyor. Marx’ın kapitalist ekonomiyi eleştirisi, doğaya yönelmiş yıkıcılığı da hedefleyen bir eleştiridir. Bu, gözden kaçırılıyor.
Doğa öcünü alır
Jonas’ın yaptığı gibi şehirleşmenin yarattığı sorunlar karşısında Marx’ın duyarlı olmadığını ima etmek de temelsizdir. Zira Marx, daha şehirlerde nüfus yoğunlaşmasının çok başlarında meydana çıkacak sorunlara dikkat çekiyor: “Kapitalist üretim, büyük merkezlerde biriken şehir nüfusunun sürekli ağırlık kazanmasıyla, bir yandan toplumun tarihsel hareket gücünü biriktiriyor, diğer yandan insan ve doğa arasındaki özümlemeyi bozuyor”. Bu gelişme, kent işçisinin beden sağlığına, tarım işçisinin ruh sağlığına zarar veriyor. Aynı yerde Marx, kapitalist tarımdaki her ilerlemenin toprağın yağmalanmasının sanatı olduğunu ve verimliliğin kısa vadede artırılmasına yönelik her ilerlemenin de uzun vadede verimliliğin yok edilmesi olduğunu yazıyor. Marx ve Engels endüstri ve tarım alanında atılan her yeni adımın doğanın yağmalanmasına dönüştüğünü görüyor ve defalarca dile getiriyor. Özellikle ormanların yok edilmesinin doğurduğu sonuçları tartışıyor. Marx ormanların yok edilmesinin nemlilik oranlarını etkileyerek bitki örtüsünün değişimine nasıl yol açtığına işaret ediyor.
Marx’ın kapitalizmin giderek çevre felaketine yol açtığını gördüğüne hiç kuşku yok. Benzer ve daha net yaklaşımları Engels’te de bulmak mümkün. Engels Doğanın Diyalektiği adlı kitabında insan ve hayvanın doğa üzerindeki etkisini tartışıyor. Ona göre hayvanlar da doğayı değiştiriyor. Ancak bu etki bilinçli bir eylem sonucu olmuyor. Engels’in burada kullandığı örnek, günümüzde kullanılan bir örnekle benzer olması açısından ilginç: Engels insanların beraberlerinde getirdiği keçi ve domuzlar nedeniyle Yunanistan’ın ormanlarını kaybettiğini anlatıyor. Biz ise bugün Avustralya’ya “beyaz adamın” beraberinde götürdüğü hayvanların, yerli hayvanların ve özellikle kivi gibi uçamayan kuşların neslini tüketmekte olduğunu tartışıyoruz. Engels’e göre insanın doğaya yönelik eylemi tamamen yıkıcı bir nitelik kazanmıştır. İnsan doğayı amaçlarına uygun hale getirmekle ona egemen olmaktadır, ama bu tıpkı bir insan topluluğunun egemenlik altına alınması gibidir. İnsan, doğanın dışındaki bir güç gibi, doğaya egemen olamaz. İnsan doğanın bir parçasıdır. Bu noktada Engels’in, Jonas’ı cevaplamasına izin verelim: Engels, Bacon’ı da hatırlatan bir ifadeyle, “Doğa üzerinde kurduğumuz bütün egemenlik, başka bütün yaratıklardan önce onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulamadan öteye gidemez” diyor ve devam ediyor: “Şimdiye dek var olmuş bütün üretim tarzları ancak emeğin en yakın, en dolaysız yararlı etkisine ulaşmayı amaçlamıştır. İlerde ortaya çıkan, yavaş yavaş yinelenerek ve yığılarak etkili duruma gelen sonuçlar tamamen ihmal edilmiştir”. Engels’in çok daha çarpıcı olan sözleri ise şöyle: “Doğa üzerinde kazandığımız zaferden dolayı çok fazla böbürlenmeyelim. Böyle bir zafer karşısında doğa, bizden öcünü alır. Her zaferin beklediğimiz sonuçları ilk aşamada sağladığı doğrudur. Ama ikinci ve üçüncü aşamada da büyük çoğunlukla ilk sonuçları ortadan kaldıran bambaşka önceden görünmeyen etkileri vardır”.
Bütün bunlara rağmen, ne Marx’tan ne de Engels’ten bir ekoloji felsefesi geliştirmiş olmaları beklenemez. Bu sorunun felsefenin başat konularından biri olacak kadar boyutlanması, bizim çağımızın olgusudur. Marx bir yerde “insanlık önüne çözeceği sorunları koyar” diyor. Bu, düşüncenin metafizik kaynağı olamayacağını söylemektir. Marx ve Engels’ten çağını aşan sorunlara cevap vermesini beklemek, haksızlıktan da öte bir din inancı kavrayışıdır.
Kaynakça
Hans Jonas, Das Prinzip Verantwortung, Suhkamp Verlag, 1979.
Francis Bacon, Novum Organum, Doruk Yayıncılık, 1999.
Sinan Özbek, “Hans Jonas’ın Ekolojik Etiği”, içinde Felsefe Tartışmaları, sayı 18, 1995.
Sinan Özbek, “Hans Jonas’ın Ekoloji Bağlamında Marx Eleştirisinin Eleştirisi”, içinde felsefelogos, sayı 6, 1999.