Slavoj Zizek, Sebastian Budgen ve Stathis Kouvelakis tarafından derlenen kitabı Cumhur Atay’ın çevirisiyle Otonom Yayıncılık tarafından yayımlandı. 2009 yılında kaybettiğimiz Chris Harman kitap üzerine bir eleştiri kaleme almıştı. Harman’ın eleştirisini Melih Mol çevirdi.
“Lenin adı bizler için tam da şimdi acil bir gereklilik; çünkü artık çok az sayıda insan kapitalizme karşı mümkün alternatifler üzerine düşünüyor”. Editörler sunuş bölümünde kitabın amacını böyle açıklıyor ve doğrusu bu, takdire şayan bir amaç.
Editörlerin de belirttiği üzere, Marx çoktan akademinin moda konularından biri haline geldi, ancak yine de Marx dünyayı değiştirmek üzere yapılan her planın dışına itildi.
Böylesi bir plan, Lenin’de kendini ifade eden aktivist siyasî geleneğe dönüşü gerektiriyor.
Bunun ne anlama geleceğine dair makaleler Daniel Bensaïd, Alex Callinicos ve Alan Shandro tarafından kaleme alınmış. Terry Eagleton hiçbir kanıt ortaya koymadan “Bolşevikler işçi sınıfından onlara güvenemeyecek ölçüde korkuyordu” şeklinde bir çıkarım yapmış olmasına rağmen, Lenin’in çok net bir savunusunu yapıyor. Michael-Matsas, Kevin B. Anderson ve Stathis Kouvelakis; Lenin ve felsefe üzerine çalışmalarında Lenin’in Birinci Dünya Savaşı patlak verdikten sonraki aylarda Hegel’i yeniden okumasının önemine vurgu yapıyor.
Ne var ki, kitaptaki makalelerin çoğu yukarıdaki amacı gerçekleştirmeye yardımcı olmaktan uzak. Akademik konferanslarda pek sık gördüğümüz gibi, burada da farklı yazarların, birbirleriyle neredeyse hiçbir ilişkiye sahip olmaksızın konumlarını ortaya koyduklarına şahit oluyoruz. Dolayısıyla Lenin’in neyi temsil ettiği, politik manevraları ve bugünkü anlamı üzerine farklı bakışlar ortaya çıkıyor. Ayrıca kitaptaki bazı ‘yıldız’ yazarlar Lenin hakkında ya yanlış ya da basitçe mantıksız savlar ileri sürüyor.
Örneğin (bugün bazı çevrelerde kendisi de ‘akademik moda’ haline gelmiş olan) Alain Badiou, Lenin’i öğrencileri entelektüellere, işçilere ve devlet yöneticilerine karşı yukarıdan aşağıya seferber eden ve bilinçli bir şekilde devlet kontrolündeki orduya dokunmayan ‘Kültür Devrimi’nin temsilcisi Mao’nun öncülü olarak tasvir ediyor. Antonio Negri, Lenin’in biyopolitiğinin (bu her ne demekse), artık işçi sınıfının var olmadığı bir dünyada Lenin’i aşan çelişkilerde kendini ifade ettiğini iddia ediyor. Sylvain Lazarus, Lenin’in kendi döneminde temsil ettiği duruşa övgüyle “devrim kavramının 1968’de demodeliği ortaya konan bir kavram olduğu” ve “sınıf perspektifinin 1968’de ortadan kalktığı” çıkarımlarıyla birleştirebiliyor.
Fikirlerdeki bu çeşitlilik, eğer yazarlar aralarında tartışsalar ve bu yolla okuyucuya gelişmekte olan bir fikir çatışması sunup okuyucuların da farklı duruşları kendilerine göre değerlendirmelerini sağlasaydı, bir sorun çıkarmazdı. Ancak Alex Callinicos’un doğrudan doğruya ve çok yerinde bir şekilde Zizek’in dünyayı değiştirmek için bazen kötü şeyler yapmanın gerekliliği savunduğu ‘kararcılık’ fikrini sorguladığı makalesi dışında böyle bir şey görmüyoruz. Dolayısıyla bir yazar Lenin’in felsefesinin Fransız Stalinist Althusser’inkinin tam karşıtı olduğu savunurken, bir diğeri onu öncelediğini söyleyebiliyor; biri Buharin’in emperyalizm teorisinin bugünün dünyasını daha iyi açıkladığını söyleyip onu överken, diğeri tersini yapabiliyor. Sisli havada birbirinin yanından geçip giden gemiler gibi, farklı konumlar arasında bir diğerini tanıma ve onunla tartışma imkânı bulunmuyor. Paranızı ödeyip hangi Lenin’e ulaşacağınız size kalmış oluyor.
Çok sayıda makalede akademik dilin aşırıya kaçan ölçülerde kullanılması yazarların ne dediğinin anlaşılmasını engelliyor, hatta yer yer yazılanlar saçma sözler halini alabiliyor. Örneğin Badiou, “Bu bakımdan 2’nin yüzyılı 1’in yüzyılının arzularıyla canlandırılıyor denebilir”; Zizek ise, “Bunun unsurları tamamen biçimsel ve aşkındır, varlıksal* değildir” diyor. Lazarus ise şöyle diyor: “Olay karakterinin maddî varlığı sadece devletin yerle bir edilmesini değil onun etkilerini de kapsayan bir politika halini -ve tekil bir politika halini- alıyor.”
Makale okuyucu tarafından ne kadar zor anlaşılırsa o kadar başarılı olur gibi bir kural varmışcasına Fransızca, Almanca ve Yunanca kelimeler çevrilmeden sürekli olarak kullanılmış.
Böylesi makaleleri okurken Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’daki “Alman aydınları”na yönelik Fransız sosyalistlerin kapitalizm eleştirisini ‘tamamen bozan’ ‘felsefi aptallık’ eleştirisini hatırlamadan edemedim. Çok az yazar Lenin kadar kendini açıkça ifade etmeye kendini adamıştı ve çok daha azı böylesi moda bir akademik dili kullanabilecek kadar zamana sahipti.
Lenin’in, Buharin’in Geçiş Dönemi Ekonomisi’ne yazdığı genellikle olumlu notlar akademik sosyolojinin dilinin Marksizme aktarılmasını olumsuzlarken, işçilerin yazılanları anlamasını zorlaştırdığı için yabancı kelimelerin kullanılmasından da şikâyetçi olmuştur.
Akademik bilinmezcilik sadece bir rahatsızlık sebebidir. Önemli konularda açık ifadelere ulaşmanın önünde pozitif bir ayakbağıdır. Bu bilinmezcilik Badiou tarafından Lenin’in düşüncesini şiddetin yalnızca şiddet için olumlandığı fikrine asimile etmek için kullanılıyor. Badiou “Aşırı şiddet aşırı motivasyonun bununla bağıntılı olan çift taraflı bir ifadesidir; zira burada bahsedilen, Nietzche’yi anmak gerekirse, değerlerin değerüstüleştirilmesidir” diyor. Bu, orta sınıf enetelektüellerin burjuva toplumunun yabancılaşmasından duyduğu kaygının bir ifadesi olabilir, tıpkı bir önceki yüzyıl “efsane”si hem faşistleri hem de bazı solcuları etkileyen Fransız yazar George Sorel örneğinde gördüğümüz gibi. Lenin’in tavrı bu değildi, onun için zor kullanmak bazı durumlarda gereklilikti, ancak asla bir erdem değildi.
Yine bu akademik bilinmezcilik Zizek’in makalesinde anlatım tarzındaki zekice bir değişikliğin somut gelişmelerin açıkça ifade edilmesinin yerine geçmesini sağlıyor. Zizek bu şekilde, sanki bu çıkarım gerçek mücadelelerin incelenmesi ihtiyacını ortadan kaldırıyormuşçasına Rus Devrimi’nin “Stalinist sonucunun tarihsel gerekliliğinden” bahsediyor. Daha da kötüsü Zizek, çokkültürlülüğü savunmak sadece orta sınıfın işiymiş ve bugünkü modern ve farklı etnik gruplara mensup işçilerin birliğinin bir önkoşulu değilmiş gibi “çokkültürlü açıklıkta ısrarın işçi düşmanlarının sınıf mücadelesinin en hain biçimi” olduğunu ileri sürüyor.
Badiou, Zizek ve Negri postmodern dalganın etkilerinden yeni yeni kurtulan akademik çevrelerde geniş bir takipçi kitlesine sahip. Bu kitabın amacı bu insanların prestijini bir yem olarak kullanıp insanların yeniden Lenin’e ilgi duymalarını sağlamaktı. Ancak benim korkum şu ki, kötü bir akademik Marksizm kendi araçlarına bırakıldığında iyi, bilimsel ve aktivist bir marksizmi devre dışı bırakabilir. Bu kitap bahsedilen kişilerin fikirlerinin yorumsuz bir şekilde yayımlanmasını değil de bu insanlarla yapılan polemikleri içerseydi çok daha yararlı olurdu. Yeniden ortaya çıkmış bir Lenin bu fikirlerin sorgulanmadan ortada dolaşmasına izin vermezdi.
*Zizek orijinal metinde İngilizcede bulunmayan “ontic” kelimesini kullanıyor; bununla kastettiği “varlıksal” ifadesinin karşılığı ise “ontological”. Harman bu kullanımı makalelerin akademik dile fazlasıyla boğulması bağlamında eleştiriyor. (M.M.)