Didem Havlioğlu
Bu sabah yine o tanıdık geç kalmışlık hissiyle uyandı. Neyi yarım bıraktım, bugün ne yapmam gerek diye düşünürken, odaya usulca akan sabahın ilk ışıkları ve evdeki sessizlik henüz erken olduğuna işaret ediyordu. Hemen doğrulup pencereye yöneldi. Aşağıda usulca devinen Yeşilırmak ve onu şefkatle kucaklayan Hatuniye. Sıbyan mektebini görünce bugünkü ilk işini hatırladı. Hatice’yi okula kendisi götürecek ve Makâmî Hoca’ya bir süredir çocukta farkettiği musikiye yatkınlıktan bahsedecekti. Hatice, Gülfem kalfanın 7 yaşındaki kızıydı ve anlaşılan o ki, şiir ve musikînin hüküm sürdüğü bu evde büyürken kimse farketmeden bir müzisyen oluvermişti.
Makâmî Hoca… O halledilmesi gereken bir dertti, ama okul bunun yeri değildi. Onun için akşam Şehzade sarayındaki meclisi beklemesi gerekecekti. Demek Sultan Ahmet’e imam olmak, İbrahim Paşa’yla İskender Çelebi’nin çocuklarına hocalık etmek bu derece fütursuzca davranma hakkı veriyordu adama. Dün geceden kalma kızgınlık hafiften alevlenince şiiri hatırlamaya çalıştı. Makami’nin hiç beklemediği bir anda, herkesin gevşeyip rahatladığı, sohbetin koyulaştığı gecenin ilerleyen saatlerinde, paldır küldür Mihri’ye atfettiği şiirini okuması ile herkes pek bir eğlenmişti. Mihri’nin şairliğini hiçe sayarak onu sevgili yerine koymuş ve bir kadın olarak cinselliğinin altını çizerek onu aklı sıra küçümsemişti. Şimdi bu adamın densizliğine mi yoksa kendisinin hazırlıksız yakalanıp hemen uygun bir şiir söyleyememesine mi kızıyordu, ayrımsayamadı. Eve döner dönmez unutmamak için şiirin son beytini kağıda dökmüştü: Ahdim budur ki bu sene karşında can virem/Sun leblerini sanma ki Makami yalancıdır.
Utanmaz! Sen kimsin ki benden herkesin önünde öpücük istiyorsun! İmamlığına, hocalığına bakmadan benimle muhabbet etmeğe yelteniyor, güya müstehcenlik yaratıp şöhret arıyorsun. Aklın sıra, şiirin erkek işi olduğunu ve bir kadının ancak ‘sevgili’ olabileceğini ima ediyorsun.
Hemen kafasında bir iki manzum oluşturdu, ama beğenmedi. Bu iş kızgınlıkla olmayacaktı. O sabah Hatice’nin okul saatine kadar Makami’ye haddini bildirecek bir şiir yazdı. Kızgınlığını onu alaya alan dizelerle bastırdı. Mecliste yine rehavetin çöktüğü, gecenin ilerleyen saatlerinde sözü aldığında Makami başına gelecekleri bilmiyordu. Mihri herkesi bir gece öncekinden daha çok keyiflendirecek ve eğlendirecek bir şiir söyleyecek, özellikle Makami’nin kendi öpücüğünü hazmedemeyeceğini anlattığı, Makami, bu saatten sonra bizim busemiz / Yıllarla yürek ve ishal ağrısıdır, beytini okuduğunda, Şehzade Ahmet’in validesi Bülbül Hatun bile kahkahasını tutamayacaktı.
Makami ve Mihri
Bu tip hikâyelere “gerçek olaylardan esinlenerek kurgulanmış” ibaresi koymak gerekiyor. Hikâyenin kahramanları, Mihri ve Makami’nin Amasya’da 15. yüzyıl sonlarında yaşamış, Şehzade Ahmet’in çevresindeki şairlerden olduklarını biliyoruz. Ancak gerisi benim gerek şiirlerde gerek tarihî metinlerde okuduklarımı birleştirip kurguladığım bir hikâye. Makami ve Mihri arasındaki şiir üzerinden diyalog, Makami’nin Mihri’ye şiirin erkek egemen bir alan ve kendisinin de sonuçta bir kadın olduğunu hatırlatması ile Mihri’nin oyunun kurallarını kendi lehine çevirdiği bir manevrayla onu küçük düşürmesidir.
Bugün Türkiye’de kadın olmakla ilgili tartışmaları izlerken aklıma gelen bu hikaye, 500 yıl kadar sonra bile bazı şeylerin aynı kaldığını gösteriyor. Özellikle seçimler sırasında tekrar gündeme gelen, kadınların meclise girmesi için gerekli pozitif ayrımcılık tartışmalarında Akif Beki gibi konunun hassasiyetini bir türlü anlayamayan birçokları, iyi olan kazansın diyerek gaflete düşüyor. İyi nasıl olunur, buna kim karar verir, kim kimle savaşıyor, bunun adalet neresinde gibi hemen akla gelmesi gereken sorular nedense bu gibi ‘düşünür’lerin kafasını meşgul etmiyor.
Yaz başında Amargi kadın koopertarifinin organize ettiği “Feminizmin öznesi kimdir?” başlıklı forumda karşılaştığım kalabalık bir kadın grubu, Türkiye’de kadınların ve eşcinsellerin sorunlarına çözüm arayan bir feminist hareketin kitleselleşme olasılıklarını tartıştı. Konu açık: feminizmin en eski başağrısı, değişik sosyo-kültürel geçmişlerden gelen kadınları aynı çatı altında toplamanın kimi zaman imkânsız hale gelmesi ve bu yüzden güdük kalan bir hareketle ne yapılabileceği.
Bu tartışmadan cebime koyup götürdüğüm, Nükhet Sirman’ın feminizmin kitleselleşmesinin pek mümkün olmadığı ve asıl önemli olanın bir fikir birlikteliği olduğunu söylemesiydi. Sirman o gün çok tepki aldı. Çünkü yaklaşık yüz yıldır oluşup gelişen feminizm, dünyanın birçok yerinde kadınlara erkeklerle eşit haklar temin edilmesi için çalışan bir politik hareket olmuştu. İyi de etmişti. Ama şimdi artık zaman başkaydı. Kadınların (ve erkeklerin de) tek tip olmadığı, yine feminizm sayesinde anlaşıldı. Buna rağmen hâlâ ortak bir noktaları vardı: cinsel ayrımcılığa maruz kalmak. Laik ve başörtülü kadın, Türk ve Kürt kadın, şehirli ve kırsal kesimli kadın, anne ve anne olmayan kadın, çalışan ve ev kadını kadın, Müslüman ve ateist kadın… gibi uzayıp gidebilecek bir listede kadınların ne kadar farklı kültürlerden geldiklerini anlamak mümkün. Bu durumda feminizmin sosyo-politik bir hareket olmasının artık mümkün olmadığı konusunda Sirman’a katılıyorum. Cinsel ayrımcılıkla mücadelede, aralarında pozitif ayrımcılık da olan, farklı yöntemlere ihtiyaç var.
İçimizdeki “öteki”
Feminizm, Safo ve Mihri’den Virginia Woolf ve Simone de Beauvoir’a zamanlar ve mekânlar ötesi, hümanist değerlere odaklanan bir düşünce sistemidir. Her insan kendi içinde “öteki”ni barındırır. Yani her kadının içinde bir erkek, her erkekte bir kadın, Türkte Kürt, Kürtte Türk, Müslümanda ateist, ateistte Müslüman vardır. Çünkü bu ikililer birbirlerini yaratır. Biri olmadan diğeri olamaz. Gerçek devrim, içimizdeki ötekiyle yüzleşip kabullendiğimiz ve bunu dil gibi iletişim araçlarımızda alternatif özneler alarak pratiğe döktüğümüz zaman gerçekleşebilir. Örneğin, bir erkeğin bazen bilinçli bir şekilde ‘kadın özne’ durumunu alması, onun tecrübelerinden ve dilinden konuşmaya çalışması devrimin ta kendisidir. Bunu gerçekleştirdiğimizde düşeceğimiz marjinal durum, mağdur olmak değil, tam tersine merkezi sistemi alaya alan, kenardan köşeden yapılmış altüst edici bir müdahaledir.
Bu mücadele, Mihri ve diğer Osmanlı kadın şairleri gibi, doğduğunda önüne konan kimlik paketlerini farkedip karşı koyarak erkekleşmek yerine, anlamlarını değiştirmeye çalışarak direnen kadınlar bize örnek olabilir. Bu kimlik paketlerinin ne kadar problemli olduğunu anlamak için kadın olmak değil, ama cinsel kimlik eşitliğine inanmak gerekir.