Ronald Grigor Suny
Ron Suny, Michigan Üniversitesi’nde Eisenberg Tarih Araştırmaları Enstitüsü’nün müdürü ve Siyasî Bilimler ve Tarih profesörü. Ailesinin bir yanı Rusya, bir yanı Diyarbakır ve Yosgat kökenli oIan Suny, geçtiğimiz altı ayı Türkiye’de geçirdi, Türkçe öğrendi, doğu vilayetlerini gezdi. Bu yazıyı AltÜst için kaleme aldı.
On yılı aşkın süredir, Ermeni, Türk, Kürt ve başka milletlerden oluşan bir grup akademisyen bir dizi çalıştay kapsamında toplanıp bildiriler sunarak ulaştıkları sonuçları paylaşıyor, 1915 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanan trajik olayları tartışıyor. Her ne kadar yetiştikleri ortamlar ve tarihçi olarak eğitimleri çok farklıysa da, Jön Türkler döneminde gerçekleşen Ermenilerle Süryanileri hedef alan sürgünlerin nedenleri ve sonuçları konusunda yaklaşık bir konsensusa ulaştılar. Arşiv belgeri, mektuplar, anılar, diplomatların ve misyonerlerin raporlarından oluşan kaynaklar, onları kaçınılmaz bir sonuca götürdü: İstanbul hükümeti özellikle Ermenileri hedef alan, fakat aynı zamanda bir ölçüde Süryanileri, Rumları ve diğer Hıristiyan halkları da kapsayan bir siyasî ve kültürel etkisizleştirme politikasını benimsemişti. İlk olarak, 24 Nisan 1915’te başkentteki Ermenilerin aydınları ve siyasî önderleri toplatıldı ve temerküz merkezlerine götürüldü, bunların çoğu er geç öldürüldü. Osmanlı ordusundaki Ermeni askerlerin silahları alındı, amele taburlarına sevk edildiler ve bunlar da er geç yok edildi. Daha sonra kadınlara, çocuklara ve ihtiyarlara eşyalarını toparlamaları, mallarını tasfiye etmeleri emredildi ve silahlı muhafızlar eşliğinde Doğu Anadolu’nun dağlarından yürütülerek Suriyenin Der Zor çöllerine gönderildiler. Yolda binlercesi katledildi; Fırat nehri kan kırmızısı aktı. Ve bu acımasız yürüyüş hedefine ulaştıktan sonra tekrar katledildiler.
Doğu Anadolu’nun köylerini ve kasabalarını bugün gezen birisi bir zamanlar tarihî Ermenistan’ı oluşturan ve Hıristiyan bir nüfusu barındıran bölgenin günümüzde Kürdistan olduğunu görecektir. Bir zamanlar Ermeni krallığı Vaspurakan’ın başkenti olan Van; Ermenilerin antik çağlardaki krallarının adını taşıyan Tigranakert, yani surlarla çevrili Diyarbakır; Malatya, Mardin, Kemaliye (Ermeniler bu sonuncusuna Agn derlerdi), bunların hepsi bugün büyük ölçüde Kürt kentleridir. Buralarda yaşayan Kürtlerin ise bu köylerde yaşamış olan insanların trajik hikayesi hakkında kendilerine özgü anlatıları var. Kuzeyde Kars’tan güneyde Mardin’e kadar Kürtlerden hep aynı sözleri dinlersiniz: Osmanlı Ermenilerinin öldürülmelerine ve mallarının gasp edilmesine katıldığımız için üzgünüz; Türkler tarafından kullanıldık; bize bu kentlerde yaşayan Hıristiyanları yok edersek onların mallarına konabileceğimizi vaad ettiler; şimdi Türkler sizlere yaptıklarını bize yapıyor. Bu retorik Ermenilerle Kürtleri birleştiriyor, ancak bütün suçu Türklere atarak Kürtleri aklıyor.
Gezgin, Van, Bitlis, Diyarbakır gibi efsanevî kentleri dolaştıkça bugünün karmaşık ve çelişkilerle dolu Türkiye’siyle yüzyüze geliyor. Burada bir dinamizm var: Güneydoğu’ya ve Kürtlere yakıştırılan tüm geri kalmışlık, cehalet veya düpedüz terörist tiplemelerini yalanlayan bir canlılık… Son derece politize olan Kürtler, gündelik yaşamlarında dünyalarını kuşatan haksızlık ve kültürel kısıtlamalarla her an yüz yüze. Çağdaşlaşmakta olan bir devletin baskılarına maruz kalan Kürtler, sık sık daha büyük siyasî oyunlarda bir piyon olarak kullanılmakta, bir yandan kendi kamusal haklarının tanınması uğruna mücadele verirken, öte yandan iki tarafın da politikacılarının hırsları, nefret ve yanlış anlama kağıtlarını oynamaları arasında sıkışıp kalıyorlar.
Gerçekten 1915’te ne olduğu, modern Türkiye ile Kürdistan’ın nasıl yaratıldığı sorusu tartışmalı bir tarihî sorundur, hükümet müdaheleleriyle ve profesyonel yalanlamacıların çabalarıyla kuşatılmıştır. Ancak, bazı umut ışıkları da var! Cesur ve ilerici Türk tarihçilerinden oluşan küçük bir çevre, Ermeni, Kürt ve diğer araştırmacılarla birlikte çalışarak, defalarca açık beyanlarda bulunarak, yayınlarla ve televizyon programlarına çıkarak Jön Türklerin emriyle gerçekleşen tehcir ve katliamları gündeme getirdi. Her ne kadar Ermeni Soykırımı sorununun günümüz Türkiye’sinin başat meselesi olduğu söylenemezse de (hemen akla sadece Kürt sorunu değil, Kıbrıs sorunu, AB’ye entegrasyon, din/laiklik kavgaları geliyor), Ermeni meselesi Kemalist milliyetçiliğin tarih anlayışının ve gelecekteki Türkiye modelinin eleştirisini oluşturan yolda önemli bir konu. Türk aydınları için Hrant Dink örneği çok önemlidir; o sadece ve sadece doğruları söyleyerek siyasî tavır koyuşun, geçmişteki dehşetin üzerini örtmeyerek ve onu açığa çıkararak yüzleşmenin örneğiydi. Türkiye için Soykırım’ın inkârına karşı verilecek mücadele tartışma yaratarak çokkültürlü bir Türkiye’nin önünü açacak, Osmanlı geçmişinin olumlu boyutlarını benimserken, eski imparatorluğun karanlık sayfalarını da örtbas etmeyecektir. Yeni Türkiye’de Ermeni meselesi ifade özgürlüğünün olup olmadığının sınavı haline gelmiştir.
Ermeniler için, özellikle diaspora için, Ermeni Soykırımı’nın oynadığı rol farklıdır. Birçok tarihçinin giriştiği karşılıklı tartışma yerine, cemaatin içine kapanması ve Öteki’ye karşı her türlü diyalog ve açıklığın reddi anlamına gelmiştir. Türkleri kendilerine benzemeyeni zaman zaman katletmeyi adeta adet haline getirmiş olan kanlı canavarlar olarak yansıtan görüşler sık sık medyada tekrar edilmektedir. Açık fikirli Türklerle görüş alış verişi olasılığı sık sık reddedilir. “Türkler öyledir, onlara güven olmaz” çok sık duyulan bir nakarattır. Yani Soykırım, Ermeniler için ne yazık ki onları başkalarından soyutlayan bir mesele haline gelmiştir. Faillerle kurbanlar arasında mutlak bir karşıtlık yaratılırken, Ermeniler arasında bu habis ikilik o boyutlardadır ki onu sorgulayan Ermeniler “Türk’ten de beter hainler” olarak damgalanabilmektedir.
Ancak burada da umut ışıkları var! Bir kez daha Hrant Dink örneği güçlü bir imajdır. Hrant’ın sürekli vurguladığı mesaj, Türklerin, Ermenilerin, Kürtlerin ve diğerlerinin—Rumların, Yahudilerin, Lazların, Süryanilerin, Romanların, Yezidilerin ve Alevilerin, tarih ve coğrafyanın onlara bahşettiği bu topraklarda birlikte yaşamalarıydı. Bugünkü mesajı ise hem zihnen hem de maddeten sınırların açık tutulmasıdır.
Hükümetler sıklıkla 1915 sorununun tarihçilere bırakılmasını savunurken, diğer yandan tarihçiler geçmişin dakik ve dengeli bir biçimde anlaşılabilmesi için politikadan uzak durmayı tercih etmişlerdir. Ancak tarihin tümüyle siyasetten arındırılması imkânsızdır zira tarih siyasî çerçevenin oluşturulmasında birincil derecede önemli etkendir. Kürt sorunu da siyasetin tarihten ayrılamıyacağı gerçeğini bize dayatmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu çalışmak, Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşumunu, tüm dehşet ve kargaşasıyla araştırmak, Ermeniler, Türkler ve Kürtler için özgürleştirici bir proje olacaktır. O tarih hepimizi rahatsız edecektir. Gerçeklerle yüzleşmek cesaret isteyecektir. Yeni anlatılar yaratılacak ve bu anlatılar yaratıldıkça yirmi birinci yüzyılda birlikte yaşamanın sorunlarını çözecek, imkânlarını yaratacağız.
Çeviren: Selim Deringil