Zülfü Dicleli
1960’lı ve 70’li yıllarda bizleri siyasete çekmiş olan sosyalizm fikri bugünkü kuşağa pek o kadar cazip gelmiyor. Ve bu, bütün dünyada böyle. Bazı arkadaşlarımız, büyük bir iman gücüyle, bunun geçici bir olgu olduğunu ileri sürse de, sosyalizm 19. ve 20. yüzyıllara özgü bir fikir olarak kalmaya mahkûm gibi görünüyor.
Öyleyse, sosyalizm fikrinin yeri nasıl doldurulabilir? Sosyalizm bizim için uğruna her türlü fedakârlığın göze alınabileceği bir amaçtı. Aldık da. Niçin? Çünkü sosyalizmin insanlığın daha iyi bir dünyada yaşama özlemine yanıt vereceğine inanıyorduk. Yani sosyalizm bir araçtı, insanlığı daha iyi bir dünyada yaşama amacına götürecek bir araç.
Ancak sosyalizmden farklı olarak, insanlığın daha iyi bir dünyada yaşama arzusu, bu amaç, 20. yüzyılda kalmış değil, ilk insandan bu yana olduğu gibi, bugün de son derece canlı.
Peki, bu amaca götürecek bir araç (yoksa araçlar mı?) bugün nasıl formüle edilebilir?
Sosyalizm fikri modernizmin bir ürünüydü. Thomas More ve Campanella’dan Marx’a, yeni bir toplum ütopyasına yazılan tüm düşünürlerin ortak noktası, insanın akıl (ve bilim) yoluyla çevresini kontrol altına almasının ve yeniden biçimlendirmesinin, dolayısıyla yepyeni bir toplum kurmasının mümkün olduğu inancıydı. Çünkü modernist düşüncenin evren (dolayısıyla toplum) algısı tıpkı bir saat gibi çalışan bir mekanizmaydı. Bir kez bu mekanizmanın işleyiş yasallıklarını bilirseniz, ona yeniden biçim verebilirdiniz. Ve böyle bir determinizm altında her şey öngörülebilirdi.
Bu anlayış Jakobenlerden komünistlere (ve Kemalistlere) tüm devrimcileri şu önkabule yöneltti: Tıpkı boş bir kâğıdı sıfırdan doldurur gibi, sıfırdan yepyeni bir toplum kurulabilir, yeni bir insan yaratılabilirdi. Ve evrensel akla göre kurulacak olduğu için, bu her yerde aynı evrensel özelliklere bağlı bir toplum olacaktı.
Bugün canlı ve cansız evrenin evriminin ve toplumların gelişiminin hiç de öngörülebilir olmadığını biliyoruz. Toplumsal gelişmeyi yönetmek ya da planlamak da mümkün değil. Toplumlar elbette değişiyor ve zaman zaman, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişte olduğu gibi, büyük yapısal dönüşümler de geçiriyorlar, ama bu gelişimi bir bütün olarak iradî bir şekilde kontrol altına almak mümkün değil.
Bir toplumun içinde yeni unsurların ortaya çıkması, o toplumda var olan belli bazı unsurların yeni bir amaç doğrultusunda farklı bir tarzda birleşmesi şeklinde oluyor. Toplum özünde bu unsurların amaçlı sistemler halinde bir araya gelmesinden başka bir şey değil. Ve toplum kendi içindeki unsurları sürekli yeni şekillerde birleştirerek yenilikler yaratıyor. İnsan iradesi bu sayısız sistemin ancak bazılarının yeniden birleştirilmesinin bazı koşullarını belirleyebiliyor, daha fazlasını değil (örneğin, kadınlara şiddet uygulanmasını engellemek üzere yasa yapabiliyor ya da yeni bir Ticaret Kanunu çıkarabiliyor vb.). Doğada da öyle değil mi? Sözgelimi, ancak bir baraj kurup akarsu sistemini biraz değiştirebiliyor, ama o akarsu sisteminin içinde yer aldığı ekosistemin bütününü değiştiremiyoruz.
Üstelik, toplum yapısal bir dönüşüm geçirdikten, eskisinden niteliksel olarak farklı yeni bir toplum ortaya çıktıktan sonra, eski toplumun unsurları yok olmuyor, büyük çoğunluğu yeni toplumda varlığını sürdürüyor. Toplumsal gelişim birikimli bir süreç. Tıpkı insan beyninin memeli hayvan beyninin tüm evrimini ya da her yeni teknolojinin obsidiyen parçalarından yapılma ilk kesici aletten bu yana tüm teknolojik evrimi içerdiği gibi, günümüz toplumunun hemen her zerresinde ilk avlayıcı-toplayıcı toplumdan bu yana yaşadığımız bütün toplumların ekonomik, sosyal, kültürel unsurları varlıklarını şu ya da bu şekilde sürdürüyor. (Ve özlemlerimizde de; asıl özlediğimiz hâlâ ilk insanların akşam ateşi çevresindeki sıcak sohbetleri değil mi?)
Ve bir şey daha. İnsan sadece belli bir eylemi (projeyi, girişimi, hatta fikri) başlatabilir, sonrası, başlattığınız eylemin amaçladığınız sonuca ulaşması tamamen şansa kalmıştır. Çünkü her eylem belli bir ekoloji içinde yol alır, o ekolojideki üzerinde hiçbir kontrolünüz olmayan etkin diğer kuvvetlerle, gelişmelerle etkileşim içine girer ve sonuç tüm o etkileşimlerin toplam sonucu olarak ortaya çıkar. Ve bu sonuç kimi zaman amaçladığımızın tam tersi bir sonuç bile olabilir (bakınız Rus Devrimi).
Özetle, toplumsal gelişim kendi kendini oluşturan, örgütleyen ve sürdüren, bütününde insan iradesinden büyük ölçüde bağımsız bir sistemdir. İnsan ancak bu sistemin bazı başlangıç koşullarını kendi amaçları doğrultusunda değiştirebilir ve yapacağı bu değişikliğin arzuladığı sonuçları getireceğinin de hiçbir garantisi yoktur. O nedenle tarih de öngörülebilir, belirli bir süreç değil, beklenmedik olayların, yaratım ve yıkımların geleceği belirsiz bir tarihidir.
İşte, sosyalizmin yerine insanlığın daha iyi bir dünyada yaşama arzusuna yardımcı olacak yeni bir aracı (ya da araçları) ancak bu çerçeve koşulları içinde formüle edebiliriz.
Ama önce bir hatırlatma. Devrimcilerin “tıpkı boş bir kâğıdı sıfırdan doldurur gibi, sıfırdan yepyeni bir toplum kurulabilir, yeni bir insan yaratılabilir” şeklindeki varsayımı, onları iktidara geldikleri her yerde önce mevcut kâğıdı boş ve düz bir kâğıt haline getirmeye yöneltti. (İstisnasız hepsi de büyük savaşlar sonucu ekonomik, sosyal ve sonuçta da siyasal sistemin tümden çökmüş ve karmaşıklık – bağlantılılık– düzeyinin görece düşük olduğu ülkelerdi.)
Eski toplum evrensel akla uygun değildi; onun için bütün kültür değerleri, anlamlar, simgeler, tüm tarihsel birikim, yeni inşaat sahasını düzleştirmek adına (“Bugüne vuralım/Yarını kuralım/Kaldıralım sınıfları”) hızla –ve her yoldan– yok edilmek istendi. En korkunç biçimini Pol Pot rejimi altında Kamboçya’da alan bu “devrimci terör” insanlığa çok pahalıya mal oldu. (Aslında Kemalistlerle komünistlerin kan kardeşliğinin temelinde, kimilerinin öne sürdüğünün tersine, milliyetçilikten çok –milliyetçilik ikisinin de ayırt edici özelliği değildi– bu, “aklın rehberliğinde sıfırdan yeni bir toplum kurma” ütopyası yatar.)
Ne ki toplumsal gelişimin yukarıda sözü geçen birikimli bir süreç olması burada da kendini gösterdi ve zorla yok edilmek istenen tarihsel olgular ve kültürel unsurlar her seferinde er ya da geç şu ya da bu biçimde yeniden geri geldi (bakınız 2000’lerin Rusya’sı ve Türkiye’si).
İki yeni gelişme
İnsanlık bugün 20. yüzyıldakinden çok farklı koşullarda yaşıyor. Dün daha çok bir makineyi andıran ekonomi bugün daha çok canlı bir organizmaya benziyor; katı (para, makineler, kol kuvveti, maddî ürünlerin seri üretimi, hiyerarşik dikey yapılar, maço) yerini giderek yumuşak (bilgi, anlam, enformasyon teknolojileri, bilgi çalışması, özelleşen deneyim üretimi, yatay ağlar, kadınsı) olana bırakıyor. Küreselleşme tüm bu süreçlerin tüm dünyada neredeyse eşzamanlı olarak yaşanmasını getiriyor.
Son onyıllarda toplumsal mühendislik girişimlerinin geri tepmesine olduğu gibi, doğa mühendisliğinin geri tepmesine de tanık olduk. Nasıl toplumsal evrim kendisini insan iradesine tam olarak teslim etmiyorsa, doğa da insanın kendisine hükmetmesine izin vermiyor. Doğa kendisine farklı davranılmasını dayatıyor (bakınız türlerin tükenişi, küresel ısınma, kirlilik).
Burada iki yeni gelişme devreye giriyor. Bunlarla bağlı da iki yeni soru var:
Birincisi, Eylül 2008’de başlayan ve hâlâ bitmemiş gibi görünen finansal kriz kapitalizm tarihindeki diğer krizler gibi bir kriz midir? Yani belli bir süre sonra sona erecek olan ve ardından alışıldık, bilinen türde kapitalizmin yeniden işlemeye başlayacağı bir kriz midir? Yoksa kapitalizm bu krizden ancak nitelik değiştirerek mi çıkabilir?
İkinci olasılığa işaret eden çok belirti var.
İkincisi, gücün dünya çapında batıdan ve kuzeyden doğuya ve güneye kaymakta olduğuna tanıklık ediyoruz. Bütün göstergeler Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkelerin rolünün hızla artacağına işaret ediyor. Bu durumda ilk İbni Haldun’un işaret ettiği alışıldık çevrimi -uygarlıkların doğuşu, yükselişi ve çöküşü- yeniden mi yaşayacağız, Amerikan çağını sözgelimi Çin çağı mı izleyecek? Yoksa hiç yaşanmamış bir şeyin önü mü açılacak, insanlık küresel bir topluma mı geçecek? Evrensel uygarlığın özellikleriyle yerel kültürlerin gelişim ihtiyaçlarını bağdaştırabilen, kozmopolit yeni bir topluma?
İkinci olasılığa işaret eden belirtiler hiç de az değil.
Daha iyi bir dünya
İnsanlığı önceki yüzyılda sosyalizm mücadelelerine yöneltmiş olan baskı, sömürü, tahakküm, eşitsizlikler gene var, ama hepsi çok değişmiş, kaynakları kadar ortaya çıkış biçimleri de çok farklı hale gelmiş bulunuyor, dolayısıyla onlara karşı mücadeleler de farklılaşıyor. Geçen yüzyılda etkili olmuş olan sol çağrıların, örgütlenme araçlarının ve mücadele biçimlerinin etkilerini giderek yitirmesinin altında bu yatıyor.
Şimdi soru şudur: Kapitalizmin niteliksel olarak yeni bir aşamaya geçişini ve küresel bir toplum olarak örgütlenişini daha iyi bir dünya, insanın doğa ve insan üzerindeki tahakkümüne son verileceği bir işbirliği dünyası doğrultusunda nasıl etkileyebiliriz?
Daha iyi bir dünya uğruna mücadelenin başlıca aktörleri de değişiyor. Eski aktörlerin yanına yenileri katılıyor. Ücret karşılığı çalışanların büyük çoğunluğu bilgi işçilerinden oluşur hale geliyor. Bilgi çalışmasının ağır bastığı şirketlerin çoğunda patron-işçi arasındaki sınırlar silikleşiyor. Kadınlar bütün ülkelerde öne çıkıyor, değişimin önde gelen aktörü haline geliyor. İnsanlar kendilerine saygın davranılmasını talep ediyor. Olağanüstü çeşitlilikte sivil toplum kuruluşları ortaya çıkıyor. Sosyal girişimcilik akımları gelişiyor. Alternatif enerji şirketleri, açık kaynak toplulukları, sosyal medya aracılığıyla örgütlenen anlamlı ilişki grupları ve daha birçok yeni aktör ortaya çıkıyor. Daha iyi bir dünya için mücadele yaban hayatı korumaktan tarihsel kültürel mirası savunmaya, yaşam alanlarını savunmaktan anadilde eğitim hakkını savunmaya kadar çok çeşitli, kimi zaman da çelişkili hareketlerden oluşuyor. Daha iyi bir dünya için uğraş veren kuvvetler bugün hiçbir zaman olmadığı kadar geniş.
Onun için, daha iyi bir dünya isteyen insanlar 21. yüzyıla uygun mücadele anlayışları, örgütlenme biçimleri ve mücadele araçları arayışına giriyor.
Partiler genel olarak insanlarda güven uyandırmıyor. Tüm modern çağ boyunca devrimcilerin temel siyasî aracı olan partinin yanı sıra temel örgütlenme aracı olan günlük/haftalık parti gazetesi de tarihsel ömrünü doldurmuş bulunuyor. Sivil toplum örgütleri, sosyal ağlar öne çıkıyor. Aynı siyasî fikirleri paylaşan büyük yeknesak kitlelerin yerini anlamlı bir ilişki içindeki küçük grupların büyük çeşitlilikler gösteren eylemleri alıyor. Toplumu siyasi iktidar aracılığıyla merkezî olarak yukarıdan aşağı ve bir hamlede değiştirmenin yerini, iktidarları etkilemeye çalışmanın yanı sıra aşağıdan yukarı ve yanal olarak değiştirmenin çok çeşitli adem-i merkeziyetçi uğraşları alıyor.
Tüm bu uğraşları aynı doğrultuda etkide bulunmaya yöneltebilecek bir talep gene var: Her alanda karar alma süreçlerine katılım (gücün dağılması ve insanların yetkilenmesi) ve işbirliği, birlikte çalışma, birlikte yaratma (anlamlı çalışma) – sahici demokrasi.
İnsanlar, en son Tahrir Meydanı’nda tanık olduğumuz gibi, önceden belirlenmiş formüllerle hareket etmiyor, bu uğraşlarda yaşadıkları deneyimlerde beliren anlamların peşine düşüyor.
Değişim tek bir büyük dönüşümden çok değişik alanlarda değişik zamanlarda gerçekleşecek irili ufaklı “devrimleri” de içerecek, aralıksız ama gelgitli bir evrim süreci olarak yol alacak gibi görünüyor.
Birleştirmek ve bağlantılandırmak
Ve bu süreçte bizler –ve elbette başkaları da– gene Marx okumaya devam edeceğiz. Ama 21. yüzyılda Marx’ı 20. yüzyılda olduğu gibi okuyabilir miyiz? 21. yüzyılda Marx nasıl okunmalı? Acaba Marx bu yüzyılda bize hangi içgörüleri sunacak?
Ve sadece Marksist düşünürler mi okunmalı? Son on yıllarda davranışsal iktisattan sosyal psikolojiye, yeryüzü bilimlerinden beyin bilimlerine, biyolojiden siyaset bilimlerine kadar çok çeşitli bilimlerde toplumsal gelişmeyi daha derinlemesine kavramımıza ışık tutan birçok sonuç elde ediliyor. Her alanda çok disiplinli, çok paradigmalı düşünce öne çıkıyor. (Kaldı ki, Marx da kendi görüşlerini Fransız sosyalizmi, Alman felsefesi ve İngiliz ekonomi politiğini yeni bir tarzda birleştirerek geliştirmemiş miydi?)
Ve yeni bir öneri: Güç doğuya kayıyorsa, dünyanın geleceğinin belirlenmesinde doğunun rolü artacak demektir. Dolayısıyla, doğu kökenli düşünürlerin de. Onun için gelecekte Çinli ve Hintli vb. düşünürlerden de (diasporada yaşayanlarından da) öğrenecek çok şeyimiz olacak.
Geleneksel eğitim sisteminde ve 20. yüzyılın siyasî hareketlerinde birleştirmek ve bağlantılandırmaktan çok ayırmayı, ayrı tutmayı öğrendik. Oysa, bilmek ve anlamak için her ikisi de gerekli. Şimdi birleştirmeyi (karşıtlıkları, disiplinleri, farklı dünyaları – her şeyi) öğrenmenin zamanı!