Mike Haynes
Dünyada milyarlarca insan yeterince gıda bulabilmek için mücadele ediyor. Mike Haynes, problemin üretim eksikliği veya nüfus artışı değil, kâr tarafından yönlendirilen sistemin bizzat kendisi olduğunu anlatıyor.
Küresel gıda fiyatları, 2008 yılında kırılan rekorları aşarak bu yıl yeni rekorlar kırdı. Dünyanın yaklaşık bir milyar insanın aç olduğu yoksul bölgelerinde, bu bir ölüm kalım meselesi. Sebebi basit: Yaşamak için yiyebilmemiz gerek. Bu nedenle gıda fiyatları, Ortadoğu’daki ayaklanmalarda olduğu gibi, siyasî bir barut fıçısı oluşturuyor.
Fiyatlar neden artıyor? Bu sorunun sağcı cevabı, çok fazla insan ve çok fazla talep olması. Doğru değil. İrlanda’da 1840’larda insanlar açlıktan ölürken tahıl ihraç ediliyordu. Aynı şey bugün de oluyor. Örneğin, çiçekçi dükkânlarında gördüğümüz çiçekleri düşünün. Kenya ve Hindistan gibi ülkelerde yetiştirilip kesilip paketlenip buraya geliyor çiçekler. Bunlar, yetersiz beslenmenin yaygın olduğu ve gıda isyanlarının meydana geldiği – ama önceliğin ihtiyaç duyulan besinler yerine kârlı çiçekler yetiştirmeye verildiği ülkeler.
Nüfus
Dünya nüfusu daha önce hiç olmadığı kadar yüksek – ama gıda üretimi de öyle. Bazılarına göre, dünyada herkese yetecek asgarî besin düzeyinin iki katına eşdeğer üretim mevcut. Ayrıca, dünyada ulaşım ve depolama o kadar gelişkin ki, yerel kıtlıkların üstesinden gelmek, hatta kötü yılları iyi zamanlarda birikmiş stoklar sayesinde atlatmak kolay olmalı.
O zaman niye açlık var? Uluslararası yardım kuruluşu Oxfam, “Küresel gıda sistemi bozuldu” diyor. Oysa sistem her zaman ters gidiyordu. Nedeni, üretim ile tüketim arasında duran kapitalizm ve kapitalizmin kâr amacıyla işlemesi. Milyarlarca insan tüketiyor ve iki milyar kişi hâlâ topraktan geçimini zor bela sağlıyor, ama ikisinin arasında piyasayı kontrol eden dev tarım şirketleri var. Bunu sadece sistemi eleştirenler söylemiyor. Dwayne Andreas, bu dev şirketlerden Archer Daniels Midland’ın patronu, “Dünyada serbest piyasada satılan tek bir şey yok. Hiç yok! Serbest piyasayı görebileceğiniz tek yer politikacıların konuşmaları” diyor.
Ne serbest piyasası!
Çiftçiler tohum, gübre, makine ve alet gibi şeylere ihtiyaç duyar. Bunların her birinin üretimi az sayıda çokuluslu şirketin denetimi altında. Altı firma küresel tarım ilacı üretiminin yüzde 75’ine hakimken, dört firma da tohum üretiminin yüzde 50’sine hakim. ABCD olarak bilinen dört dev şirket, Archer Daniels Midland, Bunge, Cargill ve Dreyfus, dünyada temel gıda maddeleri ticaretinin çoğunluğuna hakim. Küresel tahıl ticaretinin muhtemelen yüzde 90’ını kontrol ediyorlar. En büyükleri olan Cargill’in cirosu 115 milyar dolar civarında.
Ürünlerin diğer bir kısmı, Kraft, Nestle, Atria (eski adıyla Philip Morris) ve Unilever gibi dev gıda işleme firmaları tarafından alınıyor. Üç şirket dünya pamuğunun yüzde 80’ini satın alıyor. Başka bir üçü muz üretiminin yüzde 80’ini alıyor. Çayın yüzde 90’ı altı veya yedi şirketin elinden geçiyor.
Üçüncü tür oyuncu, süpermarket zincirleri – artık dünyanın her yerinde üreticilerle doğrudan bağlantıya sahip Walmart ve Tesco gibileri.
Dünya genelinde tüm benzer şirketleri eklerseniz, sadece bir kaç yüz şirketin piyasalara egemen olduğunu görürsünüz.
En büyük kârlar gıda üretiminden değil, bunların işlenmesinden elde ediliyor: Hazır gıda, konserve, gazlı içecek ve şekerleme üretiminden. Her yıl yeni gıdalar yaratmak ve bizi bunları tüketmeye teşvik etmek için milyarlar harcanıyor. Bu sistem süpermarket zincirlerinin Latin Amerika ve Asya’da yeni kasaba ve şehirlerde perakende sektörünü ele geçirmesi ile hızla yayılıyor.
Süpermarket rafları günden güne artan hazır gıda çeşitleri ile dolup taşarken, gerçek tarım mahsüllerinin çeşitliliği geçtiğimiz yüzyıl içinde yüzde 75 oranında kayba uğradı. Bu, her yerde alabilmek ve satabilmek için büyük şirketlerin standartlaşma talebinden kaynaklanıyor. Örneğin, Cargill, şöyle övünüyor: “Biz, ekmeğinizdeki un, şehriyenizdeki buğday, kızarmış patatesinizdeki tuzuz. Cipslerinizdeki mısır, tatlınızdaki çikolata, içeceğinizdeki tatlandırıcıyız. Salata sosunuzdaki yağın, akşam yemeğinizde yediğiniz sığır eti, biftek veya tavuğun ta kendisiyiz.”
Yoksul dünyadaki sorun
Dünyada aç olanların sayısı 1970’lerden 1990’lı yıllara kadar yaklaşık 870 milyondan 770 milyona gerilemiş gibi görünüyor. Gıda fiyatları, en azından en yoksulların yaşam standardının çok hafifçe yükselmesini sağlayabilecek ölçüde daha ucuzdu. 1996 Dünya Gıda Zirvesi’nde, aç insan sayısının 2015 yılına kadar yarıya indirilmesi gerçekçi bir hedef gibi görünüyordu. Bu hedef çoktan unutuldu. Zirve’yi izleyen 15 yılda aç insanların sayısı yükseldi, önce 2009’da ve sonra tekrar 2011’de bir milyarı aştı.
Bunun önemli nedenlerinden biri, açlığın azaltılması hedefinin, piyasadaki büyük şirketlere güvenmemiz gerektiği fikrine dayalı olmasıydı. Fakir ülkeler ihracat için ürün yetiştirerek durumlarını düzeltecekti. Yatırım, çokuluslu şirketlerden ve fakir ülkelerdeki büyük çiftçilerden gelecek, küçük çiftçiler ve köylüler ise pes ederek şehirlerde daha iyi bir hayata adım atacaktı. Bu doğrultuda, tarımsal kalkınma yardımları kesildi; toplam kalkınma yardımlarının içindeki payı yüzde 20’den yüzde 4’e geriledi. Ama bu argüman, kuralları belirlemede parmağı olan gelişmiş ülkelerde geçerli olmadı. Avrupa ve Kuzey Amerika’da tarım sübvansiyonları 250 milyar dolara yükseldi: Bu rakam yoksul ülkelerin tarımına yapılan yardımların 70 katı!
Giderek artan sayıda yoksul ülke net gıda ithalatçısı. Ve bu ithalat genellikle zengin ülkelerden yapılıyor. Mevcut eğilimler devam ederse, 2050 yılında dünya nüfusunun yüzde 70’inin gıda açığı olan ülkelerde yaşıyor olacağı tahmin edilmekte. Bunun üretim kapasitesi ile hiçbir ilgisi yok. Temel gıda ürünlerinin üretimine ayrılan toprak miktarındaki azalış, ürün ihracatı temel alınarak izlenen anlamsız sistemin ürünü. Cargill’in patronu, bu mantığı şöyle ifade ediyor: “Gelişen dünyadaki en büyük tarımsal ihtiyacın yerel tüketime yönelik gıda kapasitesinin geliştirilmesi olduğu yönünde hatalı bir inanç var. Çok yanlış. Ülkeler en iyi neyi üretebiliyorsa onu üretmeli ve onun ticaretini yapmalı”. Bu, besin anlamına gelebilir, ama çok zaman Batılı süpermarketler için meyve, sebze veya “egzotik” ürünler olacaktır. Hayvan yemi ya da yemeklik yağ elde etmek üzere soya fasulyesi üretimi ya da işlenmiş gıdaları dolduran palmiye yağı olacaktır. Biyoyakıtlar ve çiçekler gibi besin değeri olmayan gıda-dışı mahsuller olacaktır.
Dünyanın yoksul nüfusunun yüzde 80’i kırsal alanlarda, besine en yakın yerde yaşıyor, ama bu besini satın alacak gücü yok. Oralarda dünya çok farklı görünüyor. “Zengin olmak” diyor bir köylü, “bütün bir yıl yetecek kadar yiyeceğe sahip olmak demek”.
Lobiler
Biraz da spekülasyon ekleyelim. Bazı tarım piyasalarında her zaman fiyat dalgalanmaları yaşanırdı, doğru. Ama artık, fiyatlardaki keskin artış ve düşüşler buğday, mısır, pirinç ve diğer temel gıda maddelerinde de görülüyor. İktisatçılar bunun niye olduğu konusunda farklı görüşler savunuyor. Piyasa ekonomisini savunanlar spekülasyonun fazla bir şeyi değiştiremeyeceğini iddia ediyor. Fiyat değişimlerinin gerçek kıtlıkların veya fazlaların ürünü olduğunu savunuyorlar.
Başka iktisatçılar ise spekülasyonun giderek önem kazandığı konusunda ısrar ediyor. Küresel gıda stoklarının yüzde 60’ı büyük şirketler tarafından kontrol ediliyor. Spekülatörler sadece şimdi üretilen ürünü değil, gelecek yılın ve bir sonraki yılın da ürününü (“futures”) satın alıyor. Böylece ucuza satın alıp pahalıya satabilme kumarını oynuyorlar. Bu, büyük tüccarların her zaman yaptığı bir şey, ancak son on yılda ekonomik durum giderek belirsizleşirken, emtia fonlarına akan para giderek arttı. Şimdilerde hedge fonları ve yatırımcılar gıda piyasasına yatırım yapıyor, çünkü gıda sektörünün “krize karşı dayanıklı” olduğunu umuyorlar. Hükümetler, kıtlık korkusu onları gıda ürünleri satın almaya, stoklamaya yapmaya ya da ticarî kısıtlamalar uygulamaya sevk ettiğinde fiyatlar yükseliyor ve spekülatörlere gün doğuyor.
Ve mesele sadece ürün satın almak değil. Dünyanın her yanında, hem şirketler hem gelecekte kendi gıda kaynaklarını sağlama bağlamak isteyen Çin gibi ülkeler tarafından bizzat toprağın kendisi gasp ediliyor.
Bu fiyat dalgalanmaları, çiftçileri bir sonraki yıl ne kadar ürün ekmeleri gerektiğini bilemez hale getiriyor. Bazı mahsuller kendi aralarında değiştirilebilir olduğundan, ne ekeceklerine karar vermeleri de güçleşiyor. Dolayısıyla, istikrarsızlığın gelecekte azalması değil, daha da keskinleşmesi muhtemel.
Kıtlık ve Bolluk
Gıda krizi hakkında yazılan bir dizi karamsar rapora rağmen, gerçekte karşı karşıya olduğumuz sorun, “bolluk içinde açlığın” olabildiği bir sistemin gelişmesine göz yummuş olmamız. Dünya nüfusunun büyüme hızı yavaşlıyor ve bu yüzyılın ortalarına doğru duracağı tahmin ediliyor. Yapmamız gereken, gıda sisteminin kontrolünü ele almak. Bu, zengin ülkelerdeki savurgan sistemle başa çıkmamıza olanak tanıyacağı gibi, yoksul ülkelerde de üretim miktarının artmasını sağlayabilir.
Üçüncü dünya ülkelerinin üretimini artırmaya odaklanmak gerekir, çünkü üretimi artırma potansiyelinin en büyük olduğu yer burası. Ama her şeyden önce, geçiminin tümünü ya da büyük bir kısmını 500 milyon küçük çiftlikten sağlayan 2 milyar insanı küresel kapitalizmin sapkınlıklarından kurtarmak zorundayız. Bu doğrultuda parça parça eylemler işe yarayamaz. Etkili olabilmek için, dev tarım şirketlerinin egemenliğini kırmak gerek. Gerçek değişim, ancak tüm sistemi sadece kendi kârları için yönetenlerin iktidarını devirdiğimiz zaman gerçekleşebilir.