Besim F. Dellaloğlu
Türkiye çok önemli bir kriz yaşıyor: Siyasal modernleşme ile toplumsal modernlik arasındaki derin çatışmayı! Türkiye, modernleşmeden modernliğe doğru geçişin krizini yaşıyor. Çok derin bir kriz. 12 Mart darbecilerinin dediği gibi “toplumsal uyanış devletin kontrolünü aşıyor” artık. Türkiye’nin modernleşme, modernleştirme, hatta bir türlü modernleşememe serüveninin akıllı, vicdanlı, yürekli bir muhasebesini yapma zamanı geldi, geçiyor.
Modernleşme deneyimi bir toplumsal deneyimsizlik olarak ortadadır. Bu projenin yaşanan hayatla bağları giderek kopmaktadır. Modernleşme ideolojisinin ortodoks haliyle bu memlekete verecek pek bir şeyi kalmamıştır. 12 Eylül, Türkiye’de modernleşmenin sonudur; 28 Şubat ise bunun toplumsal olarak idrak edilmesi. “28 Şubat bin yıl sürecek” diyenler paradoksal bir şekilde Türkiye’de toplumsal modernliğin önünü açtılar. Bugün artık darbeleri savunmak mümkün değildir. Bazı darbeleri savunup, diğerlerini eleştirmek de mümkün değildir.
Modernleşme ve modernlik
Modernleşme siyasal bir projedir. Modernlik ise toplumsal bir süreçtir. Batı, bu anlamda modernleşmemiştir. Modernlik, bizatihi Batı’nın Rönesans, Reform ve Aydınlanma’dan yola çıkarak geçirdiği toplumsal süreçlerin adıdır. Modernliğin arkasında sınıflar, toplumsal özneler ve onların çıkarları, arzuları, hırsları vardır. Modernleşme ise bizim gibi ülkelerin, yani modernliğin kıyısında yaşayan toplumların modernliğe verdiği bir tepkidir. Modernleşme hissiyatı bir “geri kalmışlık”, bir “gecikmişlik”, hatta bir “yenilgi” bilincidir. Bu nedenle bizim modernleşme geleneğimizin temel sorusu genelde devletin nasıl kurtulacağı olmuştur. Batı’da devlet modern anlamıyla toplumsal ihtiyaçların siyasete tercümesi iken, bizde modernleşmenin temel yaklaşımı devletin ihtiyaçlarına göre toplumu düzenlemek olmuştur. Yani modernlikte toplumsal siyasala yön verirken, modernleşmede siyasal toplumsalı yönetmeye çalışmıştır.
Bunun tipik sonuçlarından biri modernleşme toplumlarında ortaya çıkan, bir zamanlar ‘sivil toplum yokluğu’ denen, toplumsallık açığıdır. Bu açık uzun yıllar siyasal seçkinler tarafından doldurulmuştur. Belki de bu nedenle, Türkiye’de siyasal seçkinler kendilerini “sınıf” sanmışlardır. Hatta bir tarz “sınıf bilinci” bile geliştirmişlerdir. Ama bu, Marksist anlamıyla bir “yanlış bilinç”tir. Türkiye’de son yılların “vesayet” tartışmalarının ardında da bu vardır aslında.
Modernleşme demokratik bir süreç değildir. Devletin, birtakım seçkinler aracılığıyla toplumu biçimlendirmesidir. Bugün, modernleşmecilerin cumhuriyeti demokrasinin karşısına koymaları aslında bu açmazın bir itirafıdır. Modernleşme demokrasiyle bağdaşmaz. Bir ülke sadece modernleşerek demokratikleşemez. Modernleşme süreci demokrasinin altyapısının oluşmasında birtakım katkılarda bulunabilir elbette. Türkiye’nin modernleşmesinin “kadın” meselesindeki katkısı mutlaka not edilmelidir. Ama demokrasi ancak modernliğin bir ürünü olabilir, modernleşmenin değil. Modernleşme zihniyeti Türkiye deneyiminde devleti ele geçirmiştir. Buna kuşku yok. Fakat toplumu fethedememiş.
Demokratikleşme
Türkiye’de son yıllarda ortaya çıkan demokratikleşme sürecini sadece AKP üzerinden okumak doğru olmaz. Bu sürecin asıl önemi, toplumsal bir sürecin sonucu olmasıdır. Modernleşme doğası gereği politik, hukukî alanda yoğunlaşmıştı hep. Cumhuriyetin politik, hukukî bir proje olması elbette mümkündür. Ancak demokrasinin bir proje olması o kadar da kolay değildir. Tanımı gereği demokrasi bir toplumsal tabana dayanmak zorundadır. Toplumsal sınıfların demokrasiyi çıkarlarına uygun görmeleri ve bunu talep etmeleri gerekir.
Bugün Türkiye’de yaşadığımız kriz modernleşme projesinin ardındaki siyasal seçkinler ile yeni gelmekte olan toplumsal modernliğin ardındaki sınıflar arasında yaşanan çatışmadan kaynaklanmaktadır. Bu çatışma yakın tarihimizin en önemli siyasal süreçlerinden biridir aslında. Modernleşme projesi Türkiye’de hükmünü tamamlamıştır. Her modernleşme projesi gibi o da kurumsal ve kamusaldı, belli oranda işlevini gördü. Modernleşmenin arkasında iktidar artık yavaş yavaş toplumsal modernliğin arkasındaki iktidara doğru kayıyor. Modernleşme projesi iktidarı devrediyor.
Modernliğin arkasındaki toplumsal güçlerin bu projeyle ilişkisi ise ilginçtir. Bu toplumsal kesimler kendi toplumsal, kamusal varoluşlarına müdahale edilmediği sürece modernleşme projesinin kurumlarıyla görece barışıktır. Cumhuriyet’in, Meclis’in, Atatürk’ün, Diyanet’in, Anayasa Mahkemesi’nin ciddi bir toplumsal meşruiyet sorununun olduğu pek söylenemez. Kimsenin alfabeyle, takvimle, şapkayla, kravatla bir sorunu yok gibidir. Sorun, modernleşme zihniyetinin hâlâ sürdürmek istediği siyasetin artık toplumsal bir karşılığının olup olmamasıdır. Erdal İnönü’nün ifadesiyle “Halk onları seviyor, ama oy vermiyor”. Modernleşme projesinin taşıyıcı partisi CHP’nin çok partili hayatın başından beri tek başına iktidar görememiş olması bu gerilimin ciddi bir geçmişi olduğunu göstermektedir.
İdris Küçükömer’in “Türkiye’de sol sağdır, sağ da soldur” tezi, tipik bir modernleşme sendromuna işaret etmektedir. Ya da başka bir ifadeyle siyasal olanla toplumsal olan arasındaki ilişkisizliğe. Bugün artık CHP modernleşmenin, AKP ise modernliğin partisidir. Ve aradaki mesafenin giderek açılması, tekrar edersek, modernleşmeden modernliğe doğru geçişin bir göstergesidir.
CHP ve AKP
CHP modernleşmeci ama muhafazakâr, AKP ise gelenekçi ama modern bir partidir. Bu ifade paradoksal sanılabilir. Ancak bu “paradoks”un nedeninin yine bir modernleşme sendromu olduğunu teslim etmek gerekir. Modernlik, sanıldığının aksine, geçmişi, geleneği kategorik bir reddediş olmaktan ziyade, onunla bir tür ”helalleşme” biçimidir. Örneğin Rönesans ile Batı, bir önceki dönemde yani Ortaçağ’da reddettiği Kadim Yunan’a geri dönebilmiştir. Kadim elbette eski olandır. Ama her eski kadim değildir. Kadim olan bugünde bizimle olmasıyla değerlendiğimiz, zenginleştiğimiz bir eskidir. Rönesans Batı için bunun bilincine varılmasıdır.
Modernleşme zihniyeti ise genel olarak bu nüansı es geçmiştir hep. Eski olan her şeyi kategorik olarak reddetmiştir. “Gelenek” olumsuz bir kavramdır modernleşme açısından. Oysa aynı kavram Batı’da çok daha değerli, anlamlı bir kavramdır. Gelenek, Tanpınar’ın deyimiyle “devam ederken değişen, değişirken devam eden”dir. Modernleşme zihniyeti ise geleneği sadece devam eden boyutuyla algılar. Eski olan sadece devam ederek değil aynı zamanda değişerek kadimleşir. Bugüne ulaşan eski ise kadimdir artık. Bu anlamda gelenek zaten çağdaştır.
Modernlik geçmişle ve gelenekle sürekli bir hesaplaşma içinde oluşur zaten. Modernlik elbette öncelikle çok güçlü bir “şimdi” bilincidir. Ama aynı zamanda bu bilinç her nitelikli şimdinin geçmiş şimdilerle ilişki içinde varolabileceği bilincini de içerir. Modernleşme zihniyetinin en büyük zaafı da buradadır. Modernliğin zaman bilinci şimdiyi sürekli olarak geçmişe ve geleceğe doğru genişletirken, modernleşme şimdiyi hep geçmiş ve gelecekten arındırmaya çalışır. Modernleşme örneğin geçmişi, geleneği sürekli bastırmıştır. Onunla helalleşmeden, hesaplaşmadan bastırmıştır. Bugün AKP, başörtüsü, Kürt meselesi, Alevi sorunu gibi modernleşme zihniyetinin zıddına giden ne varsa, bu bastırmanın sonuçlarıdır. Bastırılan geri döner. Çoğu zaman başka bir biçimde. Modernleşmecilerin başörtüsüne duydukları derin öfkenin temellerini burada aramak gerekir.
CHP modernleşmeci-muhafazakâr bir partidir, çünkü modernliğe direnmekte ve modernleşmenin iktidar yapısını savunmaya çalışmaktadır. Modernleşmeyi muhafaza etmeye çalışmaktadır. AKP gelenekçi-modern bir partidir, çünkü geçmişin, geleneğin değerlerine daha duyarlı olmasına rağmen modernliği temsil eden toplumsal sınıfları temsil edebilmeyi başarabilmektedir.
AKP bugün için gelenekçi-modern bir partidir. Ancak Türkiye’de modernlik kök saldıkça giderek muhafazakâr bir partiye dönüşebilecektir. Tıpkı Avrupa’nın Hıristiyan-demokrat partileri gibi. AKP’yi modern muhafazakâr bir parti haline getirecek olanı ise Türkiye’de modern-sol bir partinin ortaya çıkabilmesinde aramak gerekir. Modern-sol bir partinin ortaya çıkışı, AKP’nin temsil edebilmeyi uzun süre becerebildiği “imkânsız” sınıf ittifakını dağıtabilecektir. Bunu bir imkân olarak ifade etmek daha doğru olur. İmkânları gerçek kılmak ancak siyaset ile mümkündür çünkü.
Türkiye’nin modernliği
Türkiye’nin modernliğinde, büyük ihtimalle kadınların bir bölümünün başları örtülü olabilecektir. Lahmacun seven insanlar viskiden de haberdar olabileceklerdir. Bu ikisini bir arada tüketip tüketmemek onların bireysel seçimleri olacaktır. Bu memleketin modernliğinin kokoreçten vazgeçmeyeceği açıktır. AB ne derse desin. Türkiye’nin modernleşme sürecinde İstanbul’da bir iki tane nargile kahvesi ya vardı ya yoktu. Oysa Türkiyeli bir modernlik nargileli bir modernlik olacaktır büyük bir ihtimalle. Kimilerimiz çayı hâlâ ve hep ince belli bardakta içmekte ısrar edecek. Bir kısmımız Türk kahvesinden vazgeçmeyecek. Üstelik milliyetçi, muhafazakâr olduğumuz için değil, sadece sevdiğimiz için. Ama bütün bunlar bizim modernliğimizi engellemeyecek. Simit sarayları Türkiye’nin modernliğinin temel fast-food kurumlarından biri olmaya devam edecek. Bu memleket kendisi olarak da modern olabileceğini anladı artık. Ve bundan vazgeçmeyecek. İster beğenelim, ister beğenmeyelim. Bunun Turgut Özal ya da Recep Tayyip Erdoğan ile gerçekleşmiş olması bu ülkenin modernleşmecilerinin sorunudur sadece.
Bu anlamda “endişeli modern” nitelemesi doğru bir niteleme değildir. Modernlik perspektifi açısından endişe edecek bir şey yoktur Türkiye’de. “Endişe” modernleşmecilerin terimidir. Modernleşme projesinin klasik anlamıyla devamı artık mümkün değildir. Bu nedenle asıl “endişeli modernleşmeci”lerden söz etmek gerekir.
“Modern” olan her şeyin kategorik olarak iyi olduğunu da düşünmemek gerekir. Dünya savaşları da, atom bombası da, soykırım da, faşizm de moderndir. Modernliğin ürünleridir, sonuçlarıdır. Altı çizilmesi gereken sadece Türkiye deneyiminde modernleşmeden modernliğe doğru bir geçiş olduğu ve bunun özellikle demokratikleşme açısından ehven olduğudur.
Bugün anlayışlı, sağduyulu bir modernleşme eleştirisine hâlâ ihtiyacımız var elbette. Ama bu deneyimin kazanımlarını bir çırpıda reddetmek de doğru olmaz. O zaman, modernleşmecilerin geçmiş ve gelenekle kurdukları, daha doğrusu kuramadıkları ilişkinin ya da ilişkisizliğin bir tekrarını yaşamak durumunda kalırız. Ancak ders alınmış bir hayat deneyim haline gelebilir.
İnsan trajik bir varlıktır. Toplumsal dünya trajik bir dünyadır. İnsanlar, toplumlar her zaman sonsuz seçenekler içinden seçim yapmaz. Dolayısıyla bugün “Ergenekon” çağında Kemalizm’i, tek parti rejimini eleştirmek çok kolaydır. Ancak sağduyulu, akıl ve vicdan içeren bir Kemalizm eleştirisi 1920’lerde, 1930’larda Kemalizm’in yaptıklarına alternatif neler yapılabileceğini de söylemek durumundadır. Kemalizm’i eleştirenler, şapka yerine ne giymek gerektiğini, hangi alfabeyi tercih etmek gerektiğini, beğenmedikleri İsviçre Medeni Kanunu’nun yerine neyi önerdiklerini açıklamak durumundadır. Üstelik o günkü koşulları gözeterek yapmak durumundadırlar bunu. Esas sorun, 1920’lerin veya 1930’ların niye öyle olduklarından çok, bugün hâlâ o dönemi bir Altın Çağ gibi kutsamaktır.
Bu süreç ileride Türkiye’nin tarihinde yaşanan en önemli değişim süreçlerinden biri olarak anılacaktır. Üstelik bu değişim ne sadece Kemalizm’in yenilgisi ne de Siyasal İslam’ın başarısıdır. Sonuçta Türkiye modernliği, Kemalizm’in ufkundan da, Siyasal İslam’ın ufkundan da farklı bir ufuk üretmektedir. Bunun elbette sonuçları olacaktır.
Bütün kavramlar tarihseldir. Belli koşulların ürünüdürler. Çağdaşlık, modernlik, ilericilik, gericilik gibi bütün kavramlar evrensel kavramlar değildir. Belli bir kapsama alanları vardır sadece. Her zaman ve mekânda anlamlı değildirler. Türkiye’de sağın, solun, ilericiliğin, gericiliğin tanımı değişecektir. Değişmektedir de zaten. Solun önü esas şimdi açılmaktadır. Türkiye’de gerçek anlamıyla “sivil”, toplumsal bir sol pek olmamıştır. Olamamıştır. Sol, modernleşme projesi için Kemalizm’i yedekleyen bir işlev görmüştür sanki. Bunun böyle devam etmesi artık mümkün değildir. Türkiye’de sol artık Kemalizm’in vesayetinden kurtulacaktır. Ve bu, memleket için hayırlı bir şey olacaktır. CHP sol değildir. Hiç de olmamıştır.