Roni Margulies
Sömürü, eşitsizlik, rekabet, savaş, bir tarafta bolluk bir tarafta açlık…
Kapitalizm bütün bunlar demek, ama aynı zamanda bunlardan kaçamamak demek. Çünkü kaçış alanlarımızda da karşımıza çıkıyor. İş hayatının, gündelik hayatın hırpalayıcılığından kaçabilmek için yarattığımız siperlere de el atıyor. Onları da metalaştırıp tekrar bize satıyor. Ve kaçamamış oluyoruz.
Mevcut toplumda insan ilişkileri, iki insanın birbiriyle iki insan olarak doğrudan ilişki kurması şeklini almıyor, ekonomik ilişkiler dolayımıyla gerçekleşiyor. Hayatımızı belirleyen ilişkiler insan ilişkisi değil, patron-işçi, satıcı-müşteri, üretici-tüketici, alacaklı-borçlu şeklini alıyor. “İnsan” olarak değil, ekonomik unsurlar olarak yaşıyoruz.
Çalışırken böyle olduğu gibi, eğlenirken de, dinlenirken de, cinsel ilişkide bulunurken de böyle.
Tüm eğlence yöntemleri, tüm dinlenme araçları, tüm popüler sanatlar, çalışan kitleler tarafından yaratıldıktan kısa bir süre sonra sistem tarafından ele geçiriliyor, kapsanıyor ve kâr araçları haline getiriliyor.
Amerika’nın pamuk tarlalarında çalışan siyah kölelerin yarattığı blues müziğinin başına da bu geldi, fabrikalarda çalışan siyah işçilerin yarattığı jazz müziğinin de, Londra’da yoksul ve işsiz işçi çocuklarının yarattığı punk müziğinin de.
Ve futbolun da.
Demiryollarından Manchester United’a
Futbola ilk 13. yüzyıl Fransız belgelerinde rastlanıyor. İngiltere’ye belki de Norman istilasıyla geçtiği sanılıyor. Ama çağdaş halini 19 yüzyılda almaya başlamış. Ülkenin elit özel okullarında yüzyıllardır oynanan ama her okulda farklı kurallarla oynanan bir spor. Bu okulların mezunları daha sonraki yıllarda da oynamak istedikleri için kendi aralarında dernekler, kulüpler kurmaya başlamış. Bunlar çoğaldıkça, kuralların ortaklaştırılması ihtiyacı doğmuş ve 1863’te takımlar Londra’da biraraya gelmiş, kurallar kaleme alarak dünyanın ilk gayri resmî futbol ligini oluşturmuş.
Zamanla, 1880’lerden itibaren, futbol merakı işçi sınıfı arasında da yayıldıkça yeni takımlar kurulmaya başlanmış. Bu takımlar genellikle ya bir fabrikanın işçilerinin oluşturduğu ya da işçi sınıfının sosyal alanlarından birindeki (bir kilise, pub, mahalle veya sokak) işçilerin kurduğu takımlar.
Örneğin, günümüzün en ünlü takımlarından Manchester United, 1878’de Lancashire and Yorkshire Demiryolları’nın Manchester’deki vagon işçileri tarafından kurulmuş. İlk yıllarda sadece aynı şirketin başka bölümlerinin ve başka demiryolu şirketlerinin işçi takımlarına karşı oynamışlar.
West Bromwich Albion takımını, aynı yıl, West Bromwich’te George Salter Zemberek ve Yay fabrikasının işçileri kurmuş.
İngilizce ‘silahhane’ veya ‘tophane’ anlamına gelen Arsenal, 1886’da güney Londra’daki Woolwich silah fabrikasında çalışan bir grup işçi tarafından kurulmuş. Takımın arması bugün hâlâ bir top (futbol topu değil, “top tüfek” anlamındaki top!)
West Ham ise, 1895 yılında ‘Thames Demir İşletmeleri Futbol Kulübü’ adıyla kurulmuş. Kuranlar, Thames Demircilik ve Gemi İnşaat Ltd. Şti. genel müdürü Arnold Hills ile şirketin ustabaşı Dave Taylor. Şirketin iç bülteninde, takımın kuruluş amacının “Geçen aylarda yaşadığımız grevin bıraktığı kötü duyguları silmek ve işçilerle yönetim arasında işbirliğinin önemini yeniden vurgulamak” olduğu izah edilmiş!
Aston Villa’yı Birmingham’ın Aston semtindeki Villa Cross kilisesine devam eden işçiler, Liverpool’u ise şehrin St. Domingo kilisesinin müdavimleri kurmuş.
Başlangıçta gönüllü demokratik komiteler tarafından yönetilen kulüpler, paralı bilet satışlarının getirdiği kârlar ve oyuncuların giderek profesyonelleşmesiyle işin ticarî yönünü farkeden orta sınıf yöneticilerin, yerel esnafın eline geçmeye başlamış.
Kâr peşinde Liverpool
Ben Liverpool taraftarıyım. Liverpool şehrinin bugün iki takımı var: Everton ve Liverpool. Şehrin ilk takımı 1890’da Everton olarak kurulmuş. Başkan, bira imalathanesi sahibi ve Muhafazakâr Parti’li belediye başkanı John Houlding’miş. Kuruluştan kısa süre sonra, çoğunluğu dindar olan yönetim komitesi Houlding’in kişisel kâr peşinde olduğunu farketmiş, uzun kavgalar sonucunda komite bölünmüş, kâr amacı gütmeyi yanlış bulanlar ayrılıp başka bir takım kurmuş, Everton ismi onlarda kalmış, Houlding’in takımı ise Liverpool adını almış.
Futbolun ticarîleşmesiyle birlikte, bilet fiyatları da yükselmeye başlamış. Liverpool’la Everton’un bölündüğü yıllarda, maç bileti ortalama 6 peni imiş. Sinema biletinin 3 peni olduğu ve 6 peni’nin vasıflı bir sanayi işçisi için bile önemli bir para olduğu yıllar. Bir futbol tarihçisinin ifadesiyle, “Lig maçlarındaki izleyici kitlesi çoğunlukla vasıflı işçilerden ve alt orta sınıflardan oluşuyordu.. Bilet fiyatları bunların altındaki sınıfları dışlayacak şekilde saptanmıştı.. Lig yönetimi, yoksul, kaba ve gürültücü kalabalıkları kuşkusuz bilinçli bir şekilde dışlamayı amaçlamıştı.”
‘VIP Gold’ bilet
Aynı şey bugün de geçerli. Holigan sorununu aşmanın yöntemi olarak, 1990’lar boyunca bütün stadlarda emekçilerin ucuza ve ayakta maç seyrettiği açık tribünler kapalı, koltuklu ve pahalı hale getirildi. Bugün Chelsea maçlarında normal bilet fiyatları 50 ile 75 sterlin arasında. Arsenal biletleri 119 sterlin, Arsenal ‘VIP Gold’ biletleri 277 sterlin. İngiltere’de resmî asgarî ücret ayda 1.138 sterlin. Yani ayda dört maça gitmenin maliyeti, yol ve bira masraflarını filan hesaba katmadan, asgarî ücretin yaklaşık %40’ı.
Ben Liverpool’u tuttuğumu söylediğim zaman, “Haa, dok işçilerinin takımı!” der sosyalist dostlarım. Keşke olsa!
Bir zamanlar öyleymiş. Oyuncuları da, izleyicileri de öyleymiş. Ama bugün hiçbir dok işçisi bilet fiyatlarını ödeyemediği gibi, kulübün sahipleri Fenway Sports Group (FSG) adlı bir Amerikan şirketi. FSG, takımı Tom Hicks ve George Gillett adlı iki Amerikalı işadamından geçen yıl 300 milyon sterlin’e satın aldı. Bu işadamları Liverpool’u 2007’de 220 milyon sterlin’e satın almış, bunun için aldıkları banka borcunu da takıma yüklemişler, kârlı bir şirketi bir anda borç batağında yüzen, bankalara faiz ödemekten futbola para ayıramayan bir hale getirmişlerdi. Ama bu durum, Hicks ve Gillett’in üç yılda 80 milyon sterlin kâr etmesini engellemedi elbet.
Bu rakamlar ve ticarî oyunlar, bir Liverpool dok işçisinin hayal bile edemeyeceği bir dünyada gerçekleşiyor.
Sadece Liverpool mu? Şu anda Manchester United’ın sahibi Amerikalı Glazer ailesi. Takımın şirket değeri 800 milyon sterlin (2 milyar TL). Arsenal’ın en büyük hissedarı Amerikalı işadamı Stan Kroenke; Aston Villa’nın sahibi yine Amerikalı işadamı Randy Lerner.
On bir milyoner ve biz
Bütün bunlara rağmen, İngiltere’de de, Türkiye’de de milyonlarca işçi her haftasonu gelirinin önemli bir kısmını gözden çıkararak futbol maçına gidiyor, zenginlerin oyuncağı ve kâr aracı olan bir takım uğruna bağırıp çağırıyor, şevke geliyor, gözyaşı döküyor, kavga ediyor ve hatta bazen adam öldürüyor. Kendi hayatında bulamadığı heyecanı, 11 milyonerin para kazanmak için oynadığı bir oyunu izlerken buluyor.
Kapitalizm hayatlarımızı bir yandan yabancılaşmış, yoksul ve kuru birer trajikomediye döndürürken, bir yandan da bundan kurtulmak için yaptığımız her şeyden bir kez daha kâr ediyor.
Bu nedenle futbol seyircisini küçük mü görmek gerekir? Bu nedenle maç izlememek mi gerekir?
Olur mu öyle şey! Fenerbahçe maçlarını izlemeyi ben de anlamlı bulmuyorum, ama Liverpool’un hiçbir maçını kaçırmam!