Meclis’te 2007-2011’de 1960’lardan beri ilk kez sosyalist kimliğiyle bulunan bir milletvekili vardı. Neler yapabildiğini kendi kaleminden okuyalım.
Türkiye İşçi Partisi’nden 36 yıl sonra, 2007 genel seçimlerinde solda ortak aday platformu ve Bin Umut Adayları çalışması ile Meclise girmeyi başaran kolektif faaliyetin bir bilançosunun çıkarılmasının zamanıdır. Meclis’e 2011 genel seçimleriyle girecek olan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku adaylarına da bu müktesebatı aktarmak önem taşıyor.
Yüzde 10 barajını bağımsız adaylık yoluyla by-pass etmemiz, bizde bu barajla girdiğimiz son seçim olur izlenimini yaratmıştı. AKP’nin baraj inadı tabii ki vekil sayısı hesaplarına dayanıyor ve “emekten, demokrasiden ve özgürlüklerden yana ne kadar az insan girmesini sağlarsak, bu bize kârdır,” diye düşünüyorlar. Oy hırsızlığı politikası, maalesef 2011 seçimlerinde de sürüyor.
Yine de 2007 seçimlerinde meclise açılan tünel, solda genel olarak anlamlı bir taktik adım olarak kabul gördü ki, zaman yitimine yol açacak manasız tartışmalar bu sefer söz konusu olmadı ve 17 siyasî yapının desteğini aldı Blok.
Meclise açılan tünel
Meclis’te ezber bozucu bir iradenin önemini bu dört yıl içinde açık bir şekilde gördük. Zaten belki de bu yüzden, hemen DTP’nin kapatılması gündeme geldi ve tarihin cilvesi, bazen bir kişinin bile matematik ve siyasî önemi olabileceği görüldü ve 19’u 20’ye tamamlayıp, Gruba dahil olarak BDP ile yola devam ettik.
Bazı simgesel adımlar meclis mesaimiz açısından tayin edici öneme sahip oldu. AKP ne zaman sınırötesi operasyonlar için tezkere sunsa, CHP, DSP, MHP gibi bildiğiniz bütün siyasî yapılar buna açık destek sunarken, “Savaşa hayır” diyen bir avuç milletvekili arasında olmak bizim için tarihe düşülen çok kıymetli bir not oldu. Tıpkı Rosa’ların, Liebknecht’lerin savaş bütçesine hayır demesi gibi, bu duruş memleketteki bütün yalan rüzgârını deşifre etmeye yetti. Bu tutumumuz, Afganistan’dan Lübnan’a ve Libya’ya bütün sınırötesi operasyon kararlarında, yurttan sesler korosuna karşı, barışın kürsüsünün sesiydi.
Bir diğer simgesel önemi olan konu, Nokta dergisinde Alper Görmüş’ün darbe günlüklerini açıklamasının ardından yapılan baskılar üzerine kendisini ziyaret etmem ve ardından Meclis’te araştırma önergesi vermemdi. Bu konuda AKP ve CHP’li vekillerin tek bir desteği olmadığı gibi, CHP’li Grup Başkanvekili’nin, “Bu da nereden çıktı? Daha önce aklınız neredeydi?” şeklindeki talihsiz demecini unutmak zor. Halbuki, darbecilerle mücadele hiç aklımızdan çıkmadığı gibi, Meclis’e de daha yeni gelmiştik.
Klişelere hapsolmuş bazı kesimler, AKP’nin de kapatılmasına karşı çıkıp meşru siyasî zeminde iktidarla mücadele etme anlayışımızı da hiçbir zaman kavrayamadı. Devletin hükümete talip olmasına her zaman itiraz ettik.
Nitekim yerel seçimler çalışmamız ve sonuçları bizi haklı çıkardı, başta bölge olmak üzere, AKP ciddi bir şekilde püskürtüldü, AKP’ye karşı sol koalisyonun izdüşümü olan, “Birlikte Başarabiliriz” inisiyatifi önemli bir deneyim kazandı. Tek üzüntümüz Karadeniz’in en başarılı belediye başkanı seçilen Yılmaz Topaloğlu’nun Hopa’da, CHP karşısında seçimi kaybetmesi oldu.
Meclis’te genel başkanlığımı sürdürdüğüm sürece en çok söz alan parti genel başkanı oldum. Genel kurulda yaptığım 71 konuşma, 58 basın toplantısı ve açıklaması, 52 yazılı ve sözlü soru önergesi, üç kanun teklifinin yanı sıra, Grupla beraber de 267 araştırma önergesi, 99 kanun teklifi verdik.
Bunların hepsini sıralamak mümkün değil, ama kabaca, İncirlik Üssü’nden, Patriot füzelerine, mayınlardan misket bombalarına, askerî intiharlardan, cezaevi sorunlarına; 301’den nefret suçlarına, Dink davasından, Patrikhane seçimlerine, Ermenistan’la ilişkilere; vicdani redcilerden Evren’in haklarının geri alınmasına, eczacıların sorunlarından eğitimin meselelerine, çevre sorunlarından iklim değişikliğine, sel felakatine, nükleer santrallardan Kyoto’ya, HES’lerden Cargill’e, Hasankeyf’ten Allianoi’ye, Kaz dağlarındaki altın madenlerine, şeker pancarı üreticilerinden fındık üreticilerine, arıcılıktan hayvancılığa, kayıtdışı imalathanelerden Tuzla tersanesi ölümlerine, kot taşlama işçilerinden taşeron işçilere, mevsimlik işçilere, deri işçilerinden Telekom grevine, Sosyal Güvenlik yasasından İstihdam yasasına, İşsizlik Sigortası kanunundan Kamu Düzeni Müsteşarlığı kanununa; Biogüvenlik kanunundan 15-16 Haziran işçi direnişine, 1 Mayıs’tan emeklilerin sorunlarına; TOKİ’lerden internet yasaklarına, öğrenci sorunlarından YÖK sorununa, Alevilerin taleplerinden Kürt açılımına, aklınıza gelebilecek her tema gündeme getirildi.
Başta AKP bütçesi ve programı olmak üzere çalışmalarımızdan herhangi birine bugüne kadar bir eleştiri de gelmedi.
Hepimizin onuru olan TİP’in geçmiş performansının kat be kat ötesinde bir çalışma söz konusu olduğunu rakamlar ve yaratılan politik etki ortaya koyuyor.
Tabii Meclis faaliyetlerinin yanı sıra, tüm sokak eylemlerinde, Maltepe Başıbüyük’deki kentsel dönüşümden Sulukule yıkımlarına, Simter işçilerinin işgallerinden Birleşik Metal- İş’in Ümraniye grevine, Düzce’deki Desa direnişinden suyun özelleştirilmesi forumlarına, Sosyal Güvenlik yasası eylemlerinden barış ve özgürlük mücadelelerine, Genelkurmay Başkanına suç duyurusundan 24 Nisan anmalarına bütün mağdurların yanında olduk. Dink davasından Pamuk davalarına, KCK davalarına, hep eşit koşullarda bir arada yaşamı savunduk.
Kışlanın değil barışın sesi
Güven Park’ta, Meclis’e geçmeden önce alternatif yeminimizi ederken, “12 Eylül rejimine karşı olacağım, kışlanın değil, barışın sesi olacağım,” demiştik. Bu süre boyunca hep düzen ve rejim eleştirisini, kimlik ve emek mücadelesiyle bütünleştirmeye çalıştık. Sorunları her zaman mağdurların örgütlü ve bileşik gücünün çözeceğine inandık.
Sermayenin emeğin üzerindeki hegemonyasına karşı mücadelede, neoliberalizmden milliyetçiliğe, militarizmden toplumsal muhafazakârlaşmaya değin somut konularda açık tutum aldık.
Bizim için emekçileri sermayeden, sermayenin politik parti ve akımlarından ve devletten, ideolojik, politik ve örgütsel olarak bağımsızlaştırmak hedefi esas oldu.
Paranın terbiye ettiği bir dünyaya mahkûm olmadığımızı düşündük. Demokrasiyi sadece siyasî alanda değil, ekonomide de düstur edindik. Kamu yararını kimin nasıl tespit edeceğinin demokrasinin kurumsallaşmasına bağlı olduğunu, demokrasinin genişlemesinin kapitalizme karşı en büyük tehdit oluşturduğunu ve demokrasinin sadece siyasî alana hapsedilemiyeceğini gösterdik. Liberalizmin sömürme özgürlüğüne karşı, insanın geleceğinin pazar kaprislerine tabi olamayacağını hep vurguladık.
Biliyoruz ki, sınıf mücadelesinin siyasallaşması her zaman demokratikleşme talepleri ile atbaşı gider. Emekçilerin emek sürecini kontrol etmesi önemlidir. Yoksul insanlar, merhamet nesneleri değil, kendi kurtuluşlarının özneleridir.
Bu dört yıl boyunca, krizin faturasının çalışanlar üzerine yıkılmasına itiraz ettik. Kamusal yükümlülüklerin piyasaya devredilemeceğini vurguladık.
Devlete endeksli siyasetin adı milliyetçilik, sermayeye endeksli siyasetin adı liberalizm, dine endeksli siyasetin adı köktencilik ise, emek ve özgürlük eksenli bir siyasetin halesinin genişletilmesinin farklı bir dünya inşa etmedeki öneminden yola çıktık.
Bugün de bireysel egoizmin adı olan liberalizmden ve kolektif egoizmlerin türleri olan milliyetçilik ve fundemantalizmden kopmadıkça, siyasette Godot’yu bekleme halimizde de bir değişiklik beklenmemelidir.
Özgürlükçü laiklik
Mecliste somut sorunlar karşısında mesai üretmek, politik deklarasyonların dışında, devrimci siyaseti güncelleştirme imkanını sağlıyor. Bu yüzden fosilleşmiş siyasete karşı yenilikçi siyasetin önemine işaret ettik. Keyfîlik karşısında hukuk devletini ve kamu yararını savunduk.
Siyasetin kutsîleştirilmesine, kutsal olanın siyasîleştirilmesine karşı çıktık. Despotik devlet yapısını cumhuriyetin kazanımı diye takdim eden kesimlerin hep tepkisini çektik.
Her zaman din ve vicdan özgürlüğünden yana olduk. Otoriter laiklik karşısında özgürlükçü laikliği benimsedik.
Sol değerleri militarizme meze yapmadık. Adil bir seçim sisteminden yana olduk. Temsilde adalet ve sosyal adalet temel şiarımız oldu.
Kürt sorununda mide ve ekonomi merkezli ve inkârcı/mide bulandırıcı yaklaşımların ipliğini pazara çıkardık. Yetmedi, müfredata mantık derslerinin konmasını ve saatlerinin artırılmasını istedik.
Paşalar düzeninden hukuk düzenine geçişin yolu olan çok kimlikli, çok kültürlü, emek eksenli bir demokratik ve sosyal cumhuriyet talebimiz vazgeçilmez perspektifimiz oldu.
Parlamento faaliyeti esas olarak iktidarı denetleme faaliyetidir. En iyi yönetim en iyi denetlenebilen yönetimdir. “Cumhuriyeti kim denetler?” sorusunun sadece demokrasilerde yanıtı var. Egemenliğin kaynağının halk olması ile, halkın kendini yönetmesi birbirini tamamlayan ilkelerdir. Ve bütün bunların kâğıt üzerinden, yaşamın bir parçası haline getirilmesi, kararlı bir mücadeleyi kaldığımız yerden sürdürmeyi gerektiriyor.
Can Yücel’in, “Başka türlü bir şey benim istediğim,” dediği gibi, başka bir yaşam, başka bir siyaset ve başka bir meclis mücadelesinde biriktirilen deneyimin yol gösterici olacağına inanıyorum.