Bahadır Çelebi
İki sene önce Zaman gazetesinde sevgili hocam Gökhan Bacık ‘Muhafazakâr Akla Çağrı’ başlıklı bir yazı kaleme almış ve muhafazakârları Ermeni sorununa farklı boyutlardan bakmaya çağırmıştı. O yazının başlığından esinlendiğim bu yazıda ben muhafazakâr vicdanlara seslenmek istiyorum.
Sünni muhafazakâr kesimlerin devletle imtihanı
Türkiye Cumhuriyeti yaptığı vatandaşlık tanımı gereği Sünni Müslüman Türkleri bu devletin meşru vatandaşları saymış, bu tanıma uygunluk göstermeyen diğer kesimleri ise farklı şekillerde ayrımcılığa tabi tutmuştur. Her ne kadar Sünni Müslüman ve Türk olmak Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlık tanımına uysa da, fazla dindar olmak, Kemalist modernleşme projesini yeterince benimsememek, bir cemaate ya da tarikata üye olmak gibi sebeplerle, Türkiye toplumunun bu sessiz çoğunluğu da haksızlıklara ve baskılara uğramıştır.
Tepeden inmeci modernleştirme anlayışıyla, halkı geri kalmış, cahil ve irticacı kitleler olarak gören devlet, bu muhafazakâr kesimleri de kendi Kemalist modernleşme projesinin kalıplarına uydurmaya çalışmıştır. Cumhuriyetin kuruluş yıllarından itibaren halifeliğin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, Latin alfabesine geçilmesi, birçok dinî liderin rejime muhalefet ettiği iddiasıyla yargılanması, Türkçe ezan okunması gibi uygulamalar muhafazakâr Sünni Türk kesimlerin tepkisini çekmiştir. Günümüzde başörtüsü meselesi devletin bu kesimler üzerindeki baskısının en gözle görülür hale geldiği bir özgürlük sorunudur. Sözün özü, otoriter devlet anlayışından Ermeniler, Kürtler, Aleviler ve diğer azınlıklar kaçamadığı gibi, Sünni Müslüman Türk kesimler de bu baskı rejiminden nasibini almıştır. Fakat ne gariptir ki, tüm bu uygulamalara rağmen Türkiye toplumunda devleti en çok benimseyen, bu devlete aidiyet hisseden ve aynı zamanda diğer kesimlere karşı devletin yanında yer alan kesim de yine bu geniş muhafazakâr halk kitlesidir.
Devlet zihniyeti
Her ne kadar yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları Osmanlı’dan kalan her türlü mirası reddetse de, Osmanlı’nın son döneminde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yönetimi bir darbeyle ele geçirmesiyle birlikte ortaya çıkan milliyetçi ve otoriter devlet zihniyeti Osmanlı’dan Cumhuriyet’e tevarüs etmiş ve günümüze kadar özellikle kendisini rejimin bekçisi sayan ordu aracılığıyla varlığını sürdürmüştür. Ermeni soykırımını gerçekleştiren İttihat ve Terakki zihniyetinin, Dersim katliamını yapan Kemalist zihniyetten hiçbir farkı olmadığı gibi, İttihat ve Terakki’nin Ermeniler’e bakışının, Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kürtlere bakışından da hiçbir farkı yoktur ve aynı patolojik bakış açısının ürünüdür.
Yine aynı şekilde, muhafazakâr kesimlere baskı yapan otoriter devlet zihniyeti, Kürtçe’yi yasaklayan, azınlık okullarını kapatan, cemevlerinin ibadethane statüsünü tanımayıp dini kendi tekeline alan zihniyetin ta kendisidir. Muhafazakârlar başörtüsünü yasaklayan devlete karşı çıkarken, Kürtçe konuştu diye hapse atılıp işkence gören Kürt’ün derdine ortak olmuyorsa dönüp kendi vicdanlarını kontrol etmelidir. Evine, tarlasına, mallarına el konulmuş, ailesi devlet tarafından öldürülmüş bir Ermeni’nin, Kürtçe’den başka dil bilmeyen annesine, hapisten Kürtçe mektup yazan ama mektubunun gönderilmesine izin verilmeyen Kürt’ün, Dersim’de çoluk çocuk bombalanıp hayatı kararan Alevi’nin, 6-7 Eylül olaylarında dükkânları, ırzları, namusları tecavüze uğrayan Rum’un, Ermeni’nin, Yahudi’nin acısına ortak olmuyor ve vicdanında hissetmiyorsa, elini vicdanına koyup düşünmesi gerekir.
Bir tarikat şeyhi, bir cemaat lideri rejime muhalefetten yargılanırken, devlete adil ol diye bağıran bir muhafazakâr, Kürt haklarını savunan bir kitap yazdı diye, Ermeni katliamına soykırım dedi diye yargılanan, sürülen, işkenceye maruz bırakılan insanlar için adalet talep etmiyorsa, Allah’ın onu bekçisi kıldığı adaleti savunmuyorsa, vicdanına ipotek koymuş bu devletin otoriter zihniyetini bir kere daha gözden geçirmesi gerekir. Başörtüsü meselesi söz konusu olduğunda özgürlük deyip sokaklara dökülüyorsa, Kürt meselesi söz konusu olduğunda ise ‘ama’lı cümlelerle özgürlüklerden taviz veriyorsa, adaletin tüm insanlık için olduğunu hatırlayıp kendini sorgulaması gerekir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin ‘iyi vatandaş’ tanımına uyuyor olmanın getirdiği rahatlığa kendini bırakıp bu devletin zalimliğini düşünmeyen muhafazakâr vicdanlara bir Türk ve Müslüman olarak çağrıda bulunmak istiyorum. Gelin, elimizi vicdanımıza koyalım ve Ermeni Soykırımı’nda malına mülküne el konulmuş, yerlerinden yurtlarından edilmiş, tecavüz edilmiş, öldürülmüş insanlar için iki damla gözyaşı dökelim. Dersim’de katledilerek cesetleri üst üste yığılmış insanlar için tüm insanlık adına üzülelim ve bunu yapan devlet zihniyetine karşı çıkalım. Köyleri boşaltılmış, yakılmış, yıkılmış Kürtlerle empati kurup bu devletin acımasız yüzünün farkına varalım. Öldürülmüş Ermenileri, Alevileri ve Kürtleri sayısal ve istatistiki değerlerle değil, her birimiz gibi annesi, babası, eşi ve çocuğu olan insanlar olarak değerlendirelim ve yaşanan acıları daha iyi anlayalım. Bu devlet tarafından bastırılmış ve haksızlığa uğratılmış tüm kesimlerle birlikte, bu otoriter ve milliyetçi zihniyetin zalimliğine beraberce karşı duralım ve kendimiz için talep ettiğimiz özgürlükleri diğer kesimler için de talep edelim. Siyasetin soğuk yüzünden sıyrılıp, tüm bu olayları insanî boyutuyla ele alalım.
Vicdanî sorumluluk
Siyasetin bize sunduğu gerekçeler vicdanlarımızın sorumluluğunu ortadan kaldır(a)maz. Biz, bu ülkenin çoğunluğu olan Sünni, Müslüman Türkler vicdanlarımızla hesaplaşmayıp Türkiye’de ezilen ve hakları gaspedilen her kesim için adalet talep etmediğimiz müddetçe Türkiye’ye barış ve huzur gelmeyecek, bu otoriter ve milliyetçi devlet zihniyeti de hiç son bulmayacaktır. Devletin yanında yer alıp, devlet zihniyetinin, baskı gerekçelerini meşrulaştırmasına yardım ettiğimiz müddetçe de bu suçların ortağı olmaya devam ediyoruz demektir.