Didem Z. Havlioğlu
Bağlı bulunduğum üniversitenin bir projesi kapsamında, bir süredir liselerde divan edebiyatı dersleri veriyorum. Kafaları test çözmekten buharlaşmış bir grup pırıl pırıl gence, aşkın çeşitlemeleri ve görünenin altında yatan öteki gerçekleri anlatmanın çılgınlık olduğu düşünülebilir. Şipşakçı çözümleri öğrenip uygulamakta yarışa çıkarılan bu çocuklara bir an durmayı ve düşünmeyi, doğru cevap diye bir kavramın olmayabileceğini hatırlatmak şehrin en işlek caddesinde piknik yapmaya benzetilebilir.
Üniversiteye hazırlanan bu çocukların, daha sonraki hayatlarına da damgasını vuracak bir tavır olarak, en son ihtiyaçları olan şey divan edebiyatı, hatta edebiyat gibi gereksiz bir zaman kaybıdır. Bunun nasıl bir şey olduğunu az çok biliyorum. Ben de bu ülkede lise okudum. Ben de anlamadığım her şey gibi divan edebiyatından korkardım. Bu durumda dersin adı “Kim Korkar Divan Edebiyatından?” olmalıydı. Bir ders saati içinde bu öğrencilerin korkularına ilaç olmak ya da divan edebiyatını sevdirmek gibi bir hayalim yoktu elbette. Yapmak istediğim, bir an için, bulundukları duruma dıştan bakabilmelerini sağlamaktı.
Bu amacı güderken düşüncem şuydu: onların da herkes gibi geçmişlerinde edebiyatın, yani hikâyeler ve güzel ifadeler silsilesinin, hayatlarının çok daha önemli bir parçası olduğu zamanlar vardı, olmalıydı. Anneanne ve dedelerin anlattığı masallar, büyürken ders kitapları arasında gizlice okunan çizgi romanlar, anne babanın kütüphanesinin gizli köşelerinde keşfedilen aşk hikâyeleri, günlük yazmak ya da takıntılı bir şekilde okunan Rus romanları, bir zamanlar hayatımızın tam ortasındaydı. Sonra ne oldu da bu tutkulu macera sona erdi?
Cevabı çok basit: büyüdük ve okula gittik. Her geçen sene daha iyi okullara gitme yarışına girdik. Okudukça, okumaktan koptuk. Divan edebiyatıyla da o meşum lise çağlarında tanıştık. Herkesin dolu dizgin test çözdüğü bir zamanda, divan edebiyatı yaya kalmak ve hatta hareket edememek anlamına gelir. Divan edebiyatından ya kaçılır ya sıkılınır ya da korkulur. Divan edebiyatının dil farklılığı ve bizim kulağımıza sadece bir gül ve bülbül hikâyesinin sonsuz tekrarı gibi gelmesi sorunun temelinde yatıyor gibi görünebilir. Ama hangi İngiliz Shakespeare’i kendi dilinde okuyup zevk alabiliyor? Yine de Hamlet hâlâ bütün dünyada sahnelenmeye devam ediyor. Hamletlere 400 yılı aşkın bir süredir doyulmadı, doyulmayacak.
“Gerici” bir dil ve kültür
İş böyle olunca, öğrenmeye değer bulunun konuların ideolojik seçimler olduğu ortaya çıkıyor. Ülkemizin 80 yıldır baş koyduğu çağdaşlaşma (eşittir batılılaşma) yolunda feda ettiklerinin başında “gerici” damgasını yemiş bir dil ve kültür geliyor. Tarihin yeniden yazıldığı, kimliğimizin yeniden inşa edildiği o dönemlerde, geçmişin etkisiz hale getirilebilmesi için toplumsal bir unutma gerektiğine karar verildi. Bu nedenledir ki, bugün Osmanlıca eğitimi almamış bir okuyucunun geçen yüzyıla ait bir gazete küpürünü bile okuması mümkün değildir. Hatta geçmişin üzerindeki bu sis perdesi yüzündendir ki, bugün tarihsellik iddiasıyla ortaya çıkan bir televizyon dizisi bile memleketi alt üst edebiliyor. Kanun çıkartmış padişah I. Süleyman, televizyon ekranlarında etten ve kemikten bir insan halinde kendini gösterdiğinde neye uğradığımızı şaşırdık. Geçmişe olan açlığımız ve bu açlığı nerede doyuracağımızı bilememe durumu o kadar acıklı ki, eğlence amaçlı bir popüler kültür ürünü bile kendi tarihimize karşı duyduğumuz rahatsızlık ve hassasiyetleri ortaya çıkarıveriyor.
“Kendi doğumundan öncekileri bilmeyen her zaman çocuk kalmaya mahkûmdur.” der Cicero. Oysa çocuk kalmak hiç kimse ve hiç bir millet için mümkün değil. Kendimizi tanımlayacak geçmiş-bugün-gelecek senteziyle oluşturulan bir söylem olmaması kimliksiz olmakla eş anlamlı. Tam da bu yüzden, liselerde öğretilen tarih, edebiyat, felsefe gibi bir yaşam anlayışını yansıtan kültür derslerinin önemi büyük. Ancak, eğitim sistemimiz bakışlarını finish çizgisine kilitlemiş yarış atları yetiştirirken kültür gibi konulardan bahsetmek büyük bir lüks gibi görünüyor.
Konya’daki bir Anadolu lisesine gidiyorum. Okul müdürü birkaç öğretmenle birlikte odasında kahve ikram ediyor, okullarından, öğrenci profilinden, ders dışı faaliyetlerden bahsediyor. Tam o sırada kapı çalınıyor ve hızla açılıp bir grup öğrenci telaşla içeri dalıyor. Meğer şaibeli sınav sonuçları açıklanmış. Müdür ve diğer öğretmenler ayağa fırlayıp bilgisayarın başına koşuyor. Heyecan içinde numaralar giriliyor, puanlara bakılıyor. Birkaç öğrenci ağlamaya başlıyor. Diğer bir ikisi onlara sarılıp teskin etmeye çalışıyor. İlk çığlık duyuluyor: “2500’lerdeyim.” Bir süre sonra ikinci geliyor: “Aman Allahım! 6000’lerdeyim!” Sevinç çığlıkları hıçkırıklara karışıyor.
Brad Pitt’in topuğu
Yarım saat sonra aynı öğrenciler konferans salonunda karşımda oturuyor. Daha doğrusu mecburen oturmaya çalışıyorlar. Sınav sonuçlarının yol açtığı huzursuzluk devam ediyor. Müdür beni tanıtıyor. Mikrofonu elime aldığımda, karşımda bana bakıp görmeyen gözler ve duymayan kulaklarla karşılaşıyorum. Onları bu zamana ve mekâna çekecek bir konu açma amacıyla soruyorum:
-Truva filmini seyrettiniz mi?
O an gözler beni ilk defa görüyor. Bir an duruyorlar.
-Truva filmi canım. Hani Brad Pitt’in oynadığı.
-Eveeet!
-Filmin hikâyesi neydi? Hatırlıyor musunuz?
-Çanakkale’deki atın hikâyesi! Brad Pitt’in topuğunun hikayesi!
Muzip bir delikanlı atılıyor:
-İki erkeğin paylaşamadığı bir kadın yüzünden çıkan bir savaşın hikâyesi.
Gülüşüyorlar.
-Doğru. Peki bu hikâyelerin kaynağı ne?
Muzip çocuk: Homeros!
Sanırım çocukların zehir gibi olduğu anlaşıldı. Ama hiçbiri Homeros diye birinin varlığından emin olmadığımızı, yüzyıllar boyunca antik Yunancada anlatılagelen bu hikâyelerin yaklaşık M.Ö. 6. yüzyılda yazıya döküldüğünü bilmiyor. O yüzden, bu kadar eski, yerel ve sözel kültüre dayalı bir hikâyenin yüzyıllar sonra nasıl olup da heyecanla seyredilebildiğine şaşırmıyorlar.
ABD ya da Avrupa’da okuyan vasat bir lise öğrencisi, trigonometri değil ama İlyada’yı ve Homeros’u bilir ve bunda şaşılacak bir şey yoktur, çünkü müfredatlarında okunması gereken, Batı kültürünün temel taşlarından biridir İlyada.
Buradaki problem bu filmlerin sadece onlar için değil bizim için de yapılıyor olması, bu öğrencilerin hemen hepsinin Truva filmini seyretmiş ama çoğunun filmi bir eğlence aracı olmasının ötesinde anlamlandırabilmeleri için gerekli bilgiden yoksun olmaları.
Çocuklarımızın Homeros’u bilmelerine gerek olmadığını, bizim kendi güzel kültürümüz olduğu söylenebilir. O zaman şu sorular kafamızda kıvranıp duruyor: Çocuklarımız kendi kültürlerinin temel taşlarını okuyorlar mı? Batı kültürünü değil de kendi kültürlerini biliyorlar mı? Hem biz hangi kültürden bahsediyoruz? Türk kültüründen mi? Tarihsel bir Osmanlı kültüründen mi? Ve gerçekten de, artık Truva gibi filmler izleyerek büyüyen çocuklarımız Homeros ve diğer dünya kültürlerini öğrenmeyecekler mi?
Güzellik ve Aşk
Kendi kültürümüzden bahsetmişken, en az İlyada kadar eski olan Dede Korkut’u onlara sormuyorum. Fuzuli’nin Leyla ve Mecnun’unu da sormuyorum. Çünkü onların filmleri yok. Çünkü cevap veremeyecekleri sorularla onların tekrar sınavı düşünmelerini istemiyorum. Kendilerini özdeşleştirebilecekleri bir hikâye anlatmayı öneriyorum. Konu Truva filmindeki aşktan açılmışken, 18. yüzyıl şairi Şeyh Galip ve onun Hüsn ü Aşk’ını anlatmayı öneriyorum.
“Galip Mevlevi bir ailede doğmuş, çok parlak bir çocukmuş. Eseri Hüsn ü Aşk, yani Güzellik ve Aşk’ı daha 21 yaşındayken yazmış. Galip’in eğitimi, bir Osmanlı şairini ve şiirdeki aşk kavramını anlamak için önemli. Çünkü Galip medrese eğitimi almamış. Zaten şair olmak için medreseye gitmeye gerek de yoktu. Şiir, tıpkı bugün okumayı ve düşünmeyi seven insanların yaptığı gibi gündelik hayatın bir parçasıydı. İnsanlar yeni söylenmiş şiirleri takip eder, kalem kağıda gerek olmadan ezberlermiş. Bugün bizim sevdiğimiz şarkıları ezberlememiz gibi. Galip, Mevlevi hayat tarzının bir gereği olarak çile çekmiş. Bir Mevlevi şeyhi olabilmek için belli bir süre inzivaya çekilip mümkün olan en az miktarda yemek, diğer insanlarla ve dış dünyayla bağlarını kopartmak, içine dönüp oradaki gerçekleri bulmak demek olan çile çekmek öyle kolay bir sınav olmadığından, Galip ilk denemesinde başarılı olamamış. Ama ikincisinde başarmış.
Allegorik bir eser olan Güzellik ve Aşk, bütün uzun hikâye anlatılarında olduğu gibi mesnevi tarzında yazılmış. Güzellik, tıpkı isminin ifade ettiği gibi özünde bütün güzellikleri temsil eden bir kız, Aşk da mayasındaki aşktan aldığı kuvvetle bütün sınavları geçebilecek bir erkek. Fırtınalı bir gecede, Muhabbet kabilesinde aynı anda dünyaya gelirler. Bu işin içinde bir iş olduğunu hemen kavrayan bilge kabile, bu iki bebeğin birbiri için yaratıldığını anlar. Ancak üzerinde çok da durmazlar. Aşk’ın Gayret adlı bir lalası, Güzellik’in de İsmet adlı bir dadısı vardır. Zamanı gelince, Çılgın Hoca’nın derslerini almak, aşkın ilmini öğrenmek üzere Edep okuluna giderler. Belli bir yaşa geldiklerinde, birden birbirlerini farkedip aşık olurlar. Buluşmaya, sohbet etmeye başlarlar. Bahçıvan Sühan (güzel söz) onlara eşlik eder, mektuplaşmalarını sağlar. Bir gün Aşk, kabile reislerinden Güzellik’i ister. Onlar da güler, alay ederler. Çünkü Aşk’ın önce Kalp diyarına gidip aşkın kimyasını bulması gerekir. Aşk’ın macera dolu yolculuğu da böylelikle başlar ve başına gelmedik kalmaz. Dipsiz kuyulara düşer, ateş denizinden geçer, cinlerle büyücülerle savaşır. İçinde Güzellik’in aşkı ve yanında lalası Gayret’le birçok zorluğu aşsa da sonunda çaresizlik ve umutsuzluk içinde yıkılıp kalır. O zaman Sühan imdadına yetişir. Aslında aradığının içinde olduğunu, yani aşkın kimyasının kendi kalbinde saklandığını, onu bulmak için gezip dolaşması değil, içine dönmesi gerektiğini söyler. İçindeki Güzellik aşkıdır arayıp durduğu. Aslında Aşk Güzellik, Güzellik de Aşk’tır. Böylelikle Güzellik ve Aşk birleşir ve hikâye sona erer.”
Meraklı gözlerde sorular belirmeye başlıyor. Buradaki aşkın farklı bir şey gibi görünse de, tanıdık bir tarafları olduğunu anlıyorlar. Onlara divan şiirindeki çok katmanlı aşk anlayışından, soyut bir gerçeklik yaratmak için bir araç olabileceğinden ve bu anlayışın hayatın diğer alanlarına nasıl yansıdığından bahsediyorum. Hüsn ü Aşk’ın görünürde iki gencin aşkını anlatırken, hem Osmanlı metafizik dünyasını, hem şair/dinleyici bağlamında şiir/iktidar ilişkisini yansıttığını anlatıyorum.
Muzip çocuk araya giriyor: Hüsn ü Aşk’tan güzel film olurdu hocam!
Doğru. Galip şiirini yazarken aklında görsel ve yazınsal diye bir ayrım yoktu. Şiirde kelimelerle yaratılan görsellik sayesinde fırtınalı geceleri, dipsiz kuyuları, ateş denizlerini hayal etmek zor değil. Bugün bilgisayar efektleri sayesinde Hüsn ü Aşk’tan fantastik bir film yapılabilir. Bu durum, ilginç bir şekilde, Galip’in ve bizim gerçeklik anlayışımız arasında yakın paralellikler olduğuna işaret eder.
Bir gün gerçekten de bu öğrencilerin Hüsn ü Aşk’ı film yapmalarını dileyerek dersi bitiriyorum.