Tolga Tüzün
Gürültü neden önemli bir kavram? Çünkü bir yandan sesin fizikselliğinden kaynaklanan gerçek bir duruma işaret ederken, bir yandan da hem toplumsal hem de tarihsel bir görüngü olarak karşımıza çıkıyor. Attali’nin 1977’de yazdığı Gürültüler adlı kitaptan ilham alan bir çok sosyolojik tahlil sorunun toplumsal tarihsel yanına ışık tuttu.
Gürültünün tanımı
Bir toplumda neyin müzik neyin gürültü olduğuna karar veren merci içgüdüsel tanımlamalarla kurmuyor bu ayrımı. Gürültü aykırının, ayrıksının, başkaldıranın alanına ait: Toplumun çeperinde yer alanların ve orada olmakla derdi olanların çıkardığı ses. Bu ses, toplumda egemen olanların bulunduğu yerden gürültü olarak tanımlandığı anda neyin gürültü-olmayan (yani müzik) olduğunun da tanımı yapılmış oluyor.
Müzik bu anlamda hep bir düzen ifadesi ve her toplumda kimlerin müzik (yani düzenlenmiş sesler) kimlerin gürültü (yani düzen dışı sesler) olduğuna o toplumda iktidarı temsil eden odaklar karar veriyor. İktidar hangi müziği nasıl tanımlayacağına karar verirken, hangi ırkı, hangi dini, hangi dili egemen unsur kılacağına karar verirken kullandığı mekanizmalardan farklı bir mekanizma kullanmıyor. Bir toplumda müzik/müzik-olmayan ayırımının, aile gibi mikro yapılanmalardan, elinde silah tutma yetkisi olan makro yapılanmalara kadar izini sürebileceğimiz, gündelik hayatın her söylemine sızdığını görebiliriz.
Müzik-olmayan hep ötekine aittir, ötelenenle bağdaştırılır; şiddeti, öfkeyi, korkuyu ve dehşeti anıştırır. Yasaklanır, hakkında konuşulmaz, duyulmaz. Üzerinde düşünülmez, bilgi geliştirilmez, bunu kolaylaştıracak düşünsel mekanizmalar üretilmez. Bu mekanizmaları geliştirenler, müzik-olmayanı düzenin (müziğin) içine sokmaya çalışanlar yasaklanır, haklarında konuşulmaz, duyulmaz olurlar. Duymakla birebir ilişkisi vardır gürültünün, başkasını duymak, ötekini duymakla. Kendini açman ve sesi içine alman gerekir. Oysa neyi içine alacağın senin tarafından verilecek bir karar değildir. İktidar hangi düşünceyi, hangi sesi, hangi organı içine alacağına, müzik-olmayanı tanımladığı gibi hatta tanımladığı anda karar verir. Gürültünün, seni sen yaptığını zannettiğin kabuğu aşıp içeri girdiği zaman yarattığı dehşet bundandır. “Bu da müzik mi?” sorusunun örttüğü asıl soru “Bu ben miyim?”dir.
Kendini açmak, başka sesleri duymakla aynı şey değildir. Duymak kendi içinde barındırdırdığı “bildiğinden yola çıkarak anlama” çabasından dolayı sabıkalıdır, koyutlar, yargılar ve önermelerin alanıdır. Oysa ihtiyacımız olan, Jean-Luc Nancy’nin belirttiği gibi, bir “dinleme etiğidir”: Dinleyen özne dinlediği şeyden dolayı değil, dinleme ediminden dolayı “gelecek olan dünyaya” açıktır. Bizi böylesi bir alana “müzik diye bildiğimiz şeyler” değil, “müzik olup olmadığını bile bilmediğimiz şeyler” taşır. Müzik-olmayan fantastiktir, akıldışıdır, bilincin bypass olduğu bir safhaya kısayol kurar.
Seslilik ve sessizlik
Dil kendi içerisinde sürekli olarak müzikle gürültünün dolayımını yapar. Bir lisanın içindeki sesli harfler akustik açıdan uyumun, oranlılığın, düzenin taşıyıcısıdır. Sessiz harfler ise husursuzluğu, kargaşayı, tekinsiz halleri taşır. Önce “aaa”, “eeee”, “iiiiii” deyin, sonra “ç”, “t”, “p”, “t”, “fff”; ama sonlarına sesli harf koymayın, yani “çe” demeyin, “ç” deyin. Farkı dinleyin… Türkçe’de bu öğelere “sesli” ve “sessiz” harfler denmesi tesadüf müdür? Söz bize sürekli karmaşanın, şiddetin ve karşıtlarının, yani dengenin, uyumun çatıştığı bir alan olarak sunar kendini. Bu dinamik alan eşzamanlı olarak hayatla olan çatışmaların, çelişkilerin taşıyıcısıdır.
Patricia Kuhl’un aktardığı araştırmalara göre, bebeklerde fonemleri (yani birbirine benzemeyen dilsel birimleri) algılama yetisi altı aya kadar anadilinden bağlantısız gelişiyor. Dünyada bütün lisanlarda aşağı yukarı 600 sessiz harf, 200 kadar da sesli harf bulunuyor. Ama her lisanda kırka yakın fonem, yani birbirinden farklı ses birimi bulunuyor. J.F. Werker’in yaptığı araştırmalar, bebeklerin ilk altı ayda bunları birbirinden ayırmayı öğrenirken içinde bulundukları sosyal ortamdan bağımsız olarak öğrendiklerini ortaya koydu. İlk altı ay her şeyi dinleyip büyük ses dizilerini parçacıklara ayırmayı öğreniyorlar. Bu sürede dünyadaki her fonetik birime hassasiyet gösterirken, sonraki aylarda bu hassasiyet giderek azalıyor. On ikinci ayın sonunda bebekler anadillerindeki ses birimlerine hiyerarşik öncelik tanıyor, yani yabancı lisandaki ses birimlerini ayırt etmeleri giderek zorlaşırken, anadillerindekilere karşı giderek artan bir hassasiyet geliştiriyorlar. Bebekler ilk altı ayda “dünya vatandaşları” iken, altı-on iki ay arasında “kültüre bağlı dinleyiciler” haline geliyor. Dinledikleri ne peki?
Walter Ong, Batı’nın sözlü kültürden görsel kültüre geçiş sürecindeki sancıları tahlil ederken, bir topluluğun hayata dair biriktirdiği en önemli bilgileri destanlarının, masallarının, türkülerinin içine depoladığını ve bunların sözlü aktarımının o topluluğun devamını sağladığını söyler. Örneğin Homeros’un Odysseia’sında Odysseus bir gemi yaparken, o gemiyi nasıl yaptığı, aktaranın yaşadığı çağa ve coğrafyaya göre değişir. Bir toplumun sahip olduğu en son hayatta kalma tekniklerinden etik kodlarına, kozmolojilerine kadar her şey o toplumun şiirlerinin, masallarının içinde vardır. Bu kültür, bir iktidar savaşında egemenlerin gözünde son derece tehlikelidir.
Özellikle Türkiye Cumhuriyeti gibi ulus-devlet modelini etnik temizlik ve asimilasyon politikalarının üzerine kurgulayan bir ülkede, Kürt, Ermeni, Rum ve Yahudi müzikleri 1920’lerden 2000’lere kadar ciddi bir baskı altında tutulmuş, yok sayılmış, duymazdan gelinmiştir. Bunu sadece egemen ırkın müziğinin yaygınlaştırılmasıyla kültürün homojenleştirilmesi olarak açıklamak yeterli olmaz; egemen sınıfın farkında olduğu olgu, Kürt destanları, masalları, hikâyeleri çîrokbêj’ler, stranbêj’ler ve dengbêj’lertarafından aktarıldığı sürece, bunlar egemen söylemin gürültüsü olmaya devam edecekler ve arzulanan ulus idealine asla ulaşılamayacaktır. Müziklerin yasaklanması yetmez, kargaşanın kendisi biçimden kaynaklanmaktadır. Bütün Kürt dili yasaklanmalı, Türk dilinin ötekisi, yani gürültüsü ilan edilmelidir. “Yurtttan Sesler” korosu içermediği, yani susturduğu ve bilinçaltına ittiği sesleri de icra eder aynı anda. Bizim için derlenen türküler, ister istemez, bize kapalı olan ses dünyalarına da işaret eder.
O zaman gürültünün başka bir özelliği ile karşı karşıyayız. Seslerin fiziksel yapılarının ötesinde, çok daha etkili başka bir gürültü biçimi daha var: Negatif ses, yani sessizlik. Tekinsiz, tedirgin edici, bizi gündelik zamanın dışına atan, bu yüzden de dehşet verici olan sessizlik. Bu kuramsal bir önerme olmakla kalmıyor, toplumsal bir olgu olarak da karşımıza çıkıyor. Baskı ve gözlemin mutlak hüküm sürdüğü Güney Amerika’nın büyük çiftliklerinde, kölelerin çalışırkenki sözel iletişimlerinden daha fazla baskı gören bir şey varsa, o da son derece tehlikeli olan “sessizlikleri” idi. “Kölelerin çalışmalarının yanı sıra şarkı da söylemeleri beklenirdi. Sessiz bir köle efendilerinin ya da gözlemcilerinin hoşuna gitmezdi. Sessiz kalan kölelere ‘Gürültü yap, ses çıkar’ denirdi” (Frederick Douglass). Sessizlikten gürültü çıkar mı? Sessizlik bağırmaya başlarsa çıkar. Bu, sessizliğin iktidar alanıyla aranızda ne kadar mesafe açtığı, iktidarın size söylediğini ne kadar bastırdığı ile ilgilidir. Bu açıdan bakıldığında, 12 Eylül referandumunda Kürt illerindeki boykot kararı böylesi bir sessizliktir, Hrant’ın cenazesindeki slogan atmama kararı da.
Sözde gürültü
İktidarın tanımladığı müziğin dışına nasıl çıkacağız? Eğer “her toplumda egemen olan fikirlerin egemen sınıfın fikirleri” olduğuna dair az çok anlaşıyorsak, bu fikirlerin en önemli transfer araçlarının dilin içerisinde konuşlandığını da söyleyebiliriz. İşte altıncı aydan sonra bir bebeğin etrafında örülen simgesel koza, bir yandan dış dünyayı anlamlandırmak için araçlar sunarken bir yandan da bebeğin bilişsel dünyasının etrafına içinde yaşadığı toplumun görgüsü, kuralları, müziği, yasaları ve korkularından oluşan bir kabuk örer. Bu kabuğun dilin içinden delinmesi çok güçtür. Böylesi bir yarılma, bizi bu simgesel kabuğun oluşumunun öncesine götürebilecek, yani “dünya vatandaşı bebeğin” her sesi dinlediği için her sese açık olduğu duruma götürebilecek bir yol bulunmasıyla mümkündür. Bizi böylesi bir âna taşıyabilecek sesler dilin içinden de, “müzik diye bildiğimizin” içinden de gelmez.
Her koşulun belirlenebildiği ve kontrol edilebildiği, yani egonun diktasında olan her durum müzik-olmayanın ortaya çıkışı için elverişsiz bir durumdur. Bir yürüyüşte slogan atmak o mesajın alımlanması ve anlamlandırılması sürecinde sorun çıkarmaz. Biçimsel olarak gürültü değildir. Aynı şekilde, toplumdaki çeşitli iktidar odaklarına başkaldıran, söven, enerjik/ergen duruşlar/müzikler de gürültü sayılmaz. Anlamdırılmaları bir problem teşkil etmez, kendi küpleri dışında zararsızdırlar.
İktidar zincirine darbe vuracak olan, dil olarak da ses olarak da bildiğimiz şeylerden radikal bir kopuş tasarlamaktır. Bu tasarlanan alanın içeriğinin kontrol edilemez olması, tam da simgesel kabuğun çatladığı yerdir. “Darbelere karşı ses çıkar!” denildiğinde binlerce kişinin öngörülemez, dizginlenemez sesi atılan bin sloganda daha değerlidir. Hem biçimsel olarak, hem içerik olarak gürültüdür. Aynı şekilde sesin ve tınının eşiklerini kurcalayan, beklentinin bypass edildiği özgürlük alanları yaratmaya çalışan her “müziksel pratik” de bu anlamlarıyla gürültüdür. Yeni sesler, anlamlandırma mekanizmalarımızı bozar, bilinçdışına itelediklerimizle yüzleşmemizi sağlar. Ancak müzik-olmayan yeni sesler, düzenin dışından gürültüler daha önce hiç kurmadığımiz hayaller kurmamızın yolunu açabilir.