Berk Efe Altınal
Evli olduğu kadına şiddet uygulayan erkekle ilgili bir haber duyduğumuzda “Bu adam ruh hastası herhalde” diyebiliyoruz kimi zaman.
Bunu dediğimizde, belki rahatlıyoruz, belki kendimizce bir açıklama getirmiş oluyoruz. Bir taraftan da bu şiddete zemin hazırlayan bir yığın meseleyi görmezden gelmiş oluyoruz. Örneğin, erkeğe böyle bir şiddeti kullanma yetkisini veren toplumsal değerleri, bu şiddeti mümkün kılan aile kurumunu ve bu kurumu mümkün kılan sınıflı toplum yapısını gözardı ediyoruz.
Bu eğilime ve çeşitlerine genel bir başlık olarak “Psikolojikleştirme” ismini takmak mümkün. Psikolojikleştirme, bir dizi sosyal, politik, kültürel, ekonomik özellikleri ve nedenleri olan bir durumu, bireyin içsel yapıları ve psikolojik durumu ile açıklama eğilimine verilen isim. Bu tarz psikolojikleştirmelerden biri de yaygın bir söylem olan homofobi kavramsallaştırmasında yaşanıyor.
Homofobi, pek çok kaynakta eşcinsellere yönelik korku ve nefret olarak tanımlanıyor. Özellikle eşcinsellere yönelik şiddet eylemlerinde, eşcinsel ve transgender cinayetlerinde, bu şiddet eylemlerinin faillerinin homofobik olduğu öne sürülüyor.
Eşcinsellik karşıtlığı bir fobi mi?
Psikoloji kaynaklarına bakacak olursak fobi, herhangi bir durum, nesne, aktivite, insan veya hayvana karşı duyulan irrasyonel, dayanılamaz, engellenemez ve devamlı bir korku olarak tanımlanır. Fobiye sahip olan kişi, bu korkuyu yaratan uyarandan kaçmak için sürekli ve irrasyonel bir arzu içerisindedir. Bu korku kişinin kontrol edemediği bir düzeye gelmişse ve hayatını kötü yönde etkilemekteyse, anksiyete bozuklukları kategorisinde yer alan fobi tanısı koyulur.
Psikolojinin hastalık kategorileri arasında homofobi bulunmuyor. Buna rağmen, farklı psikoloji disiplinleri, homofobi üzerine birbirinden farklı açıklamalar üretiyor. Bu açıklamalarda eşcinsellere yönelik nefret ya da ayrımcılık, ‘homofobik kişi’nin içsel yapısında, zihinsel modellerinde aranıyor.
Kavramın asıl yaygınlık bulduğu kullanım alanı ise politik alan ve gündelik yaşam. Örneğin, eski Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf “Eşcinsellik Hastalıktır” dediği zaman, bu sözleri homofobi ile açıklamak oldukça yaygın. Böylece, onun bu davranışını irrasyonel bir korkuya bağlamış oluyoruz.
LGBTTQI hareketleri ise, eşcinsel düşmanlarının “eşcinsellik hastalıktır” söylemine karşılık olarak “Asıl homofobi bir hastalıktır” diye cevap veriyor. Peki, “homofobi” gerçekten bir hastalık mı? Ya da başka bir şekilde sorarsam, eşcinselllere yönelik baskının, şiddetin ve önyargının bir fobi olarak kategorilendirilmesi gerekir mi?
Bu soruya “evet” cevabını verirsek, eşcinsellere yönelik şiddet ve önyargıya karşı yapmamız gereken şey, tek tek ‘homofobik birey’lerin tedavi altına alınmasını sağlamak olur.
Oysa, Aliye Kavaf bu sözleri bir fobiden dolayı söylemiyor. Bu sözlerini, hükümet partisinin bir bakanı olarak, hükümetin ve hükümet politikalarının bir devamı ya da parçası olarak söylüyor. Karşımızda, tedavi edilmesi gereken homofobikler yok, mücadele edilmesi gereken bir nefret söylemi var.
Psikoloji değil politika
Eşcinsellik karşıtlığı bir nefret söylemi, bir politika ve geniş bir politikanın parçası. Eşcinselliğe yönelik nefret ve ayrımcılık, tarihin tüm dönemlerinde varolan bir olgu değildi. Engels’in yazılarını takip ederek sınıflı toplumun heteroseksüel aile kurumunu oluşturduğunu görebiliriz. [1]
Kapitalist toplum ise, 19. yüzyıldan itibaren bir erkek, bir kadın ve çocuklardan oluşan “çekirdek aile” modelini mutlaklaştırdı ve bunun haricindeki ilişki biçimlerini marjinalize etti. Eşcinselliğin bir kategori ve “baskılanması gereken” bir kimlik olarak ortaya çıkması da bu döneme rastlar. [2]
O halde, eşcinselliğe uygulanan baskı ile aile kurumu arasında çok güçlü bir ilişki bulunmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın, her ailenin en az üç çocuk sahibi olması gerektiğine dair sözleri, düzenlenen “Aile, son kalemiz” konferansları, ‘Aile Bakanlığı’nın kurulması, aile kurumu üzerinden açıklanan internet sansürü, yine aile hekimliği uygulaması gibi bir dizi politika sürdürülüyor. Ailenin bu kadar gündeme geldiği bir dönemde eşcinsellerin de meclis kürsülerinden hedef haline gelmesi şaşırtıcı değil. Üstelik, bu durum hiç de irrasyonel değil. Aksine rasyonel, hesaplı kitaplı bir şekilde ortaya çıkıyor.
O halde, karşı karşıya olduğumuz şey, politik bir duruş. Söylemin kaynağı “homofobik kişi” değil, çok daha geniş politikalar. Akademisyen ve LGBTTQI aktivisti Kitzinger, tam da bu noktada, homofobi söyleminin politik çözümlere ihtiyacımız olduğu bir alanda psikolojik çareler önerdiğini söyleyerek bir eleştiride bulunuyor. [3]
Yeni bir kavram?
Homofobi kelimesi bugün hem LGBTTQI hareketi içerisinde hem de sol politikalarda geniş bir kullanım bulmakta. Bu geniş kullanımını İslamofobi, Xenofobi, Transfobi gibi terimlerle yanyana sürdürmekte.
Sol içerisinde ise, fobili kavramların kullanımının eleştirisi pek fazla yapılmıyor. Oysa bu kavramsallaştırmalar, ayrımcılık ve şiddeti yalnızca bireye indirgeyerek altta yatan tüm ideolojik boyutu arka plana itiyor.
Mesele sadece olguya ne isim verdiğimiz değil. Olguyu nasıl konuştuğumuz o konudaki eylemimizi de belirliyor. Eşcinsellere yönelik ayrımcılık ve şiddet “fobi” olarak adlandırıldığında, bunun eylemi, tek tek bireylerin “psikolojik durumlarının” düzeltilmesi, eğitimler vs. olabilir. Ancak bu ayrımcılık ve şiddet, çok daha geniş politikaların bir sonucu olarak okunduğunda, altında yatan sebepleri görmek ve bunlarla mücadele etmek mümkün hale geliyor.