Baha Coşkun
Politik iktidarlar halkın rızası olmaksızın inşa ve idame edilemez. İmparatorluğun son yıllarından itibaren bizim halkın rızasını esas olarak ikna ile üretme, şiddet denilen politik enstrümanı ise istisnai olarak kullanma imkânımız kalmamıştır. Modern her siyasal iktidar bir “terör dönemine” ihtiyaç duyar. Ancak bizdeki sorun iki boyutludur. Emperyalizm çağında kapitalist merkezler dışındaki çevre ülkelerde modern siyasal iktidarların başka sorunları vardır. Modern sosyal sınıflar zayıftır ve dolayısıyla siyasal iktidar esasen “diplomatik ulûfe” olarak inşa ve idame ettirilir. Bu durumda toplumla bağlar iyice zayıflaşır ve toplum, moda terimle, “öteki” olarak algılanır. İlişkisizlik esas haline gelir, muhtemel tek ilişki şiddet ilişkisidir. “Terör dönemi” bir türlü bitmez, yapısallaşır ve kalıcılaşır. Burada bizim tarihsel, toplumsal sorunlarımız vardır. Politik kadroların niyetinden bağımsız olarak, halkın rızası esasen şiddet ile üretilmek durumundadır.
Devletin kuruluş mitolojisi ile meşrulaştırılan şiddet politikaları başlangıçta yek vücut olarak uygulanmaktayken, daha sonra “devlete en fazla muhalefet eden veya eder görünen” partilerin hükümet vazifesini görmeye başlamalarıyla devlet ile “derin devlet” birbirinden ayrılmaya başlamıştır. Bu esnada Nato’ya girilmesi, Nato’nun bölgemizdeki amaçları, bize biçtiği rol ve bu role uygun olarak bizde yapmak istediği organizasyonlar bu süreçle çakışmış ve iç içe geçmiştir.
Sovyetler Birliği’nin çöküşüne kadar derin devletin temel ideolojisi anti-komünizm olmuştur. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle beraber bu ideolojide radikal bir dönüşüm görülmeye başlanmıştır. Esas itibarıyla kentli, okumuş orta sınıflara hitap eden bu yeni ideoloji, sol değerlerin dejenerasyonu ve manipülasyonuna dayanmakta ve Nazi ideolojisi ile şaşırtıcı paralellikler göstermektedir.
Bu ideolojinin en önemli üç unsurunu anti-kapitalizmsiz bir anti-emperyalizm, Carl Schmitt’çi bir anti-liberalizm ve kültürel alerji politikaları oluşturmaktadır.
“Biz niye emperyalist olamıyoruz!”
Anti-kapitalizmsiz anti-emperyalizm, kapitalizme yönelik haklı öfkenin manipüle edilerek Yahudilere yöneltilmesi gibi Nazi icadıdır. Nazilerin anti-semitizmi ne kadar anti-kapitalizm ise, bu türden bir anti-emperyalizm de o kadar anti-emperyalizmdir.
Hitler, Birinci Dünya Savaşı sonrasında “Almanya’ya haksızlık yapan yabancı büyük devletler” söylemi ile Alman orta sınıflarının neredeyse tamamının aktif desteğini almıştır. İstediği “adalet”, emperyalizmin sona ermesi anlamına değil, SSCB’nin ve İngiliz ve Fransız sömürgelerinin hammadde ve pazarlarını Alman burjuvazisine tahsis etmek anlamına gelmektedir.
Bu tür Hitlervari, odağında anti-kapitalizm olmayan soyut bir anti-emperyalizm, emperyal veya alt emperyal amaçları gizleyen bir maskedir. Sıradan yabancı düşmanlığından, ırkçılıktan bir farkı yoktur. Bu anti-emperyalizm üstün, nevi şahsına münhasır, tarih dışı, olumlu bir öze sahip bir millet kavramını önvarsayar ve diğer milletleri ve etnisiteleri bu üstün milletle hiyerarşik bir ilişki içerisinde tahayyül eder.
Bu durumda emperyalistler aslında “bizim” oturmamız gereken koltukların haksız işgalcilerine dönüşür. Kötü olan emperyalizm değil, onların emperyalist olması, bizim olamamamızdır!
Ergenekonun yeni ideolojisinde de dejenere ve manipüle edilmiş bir emperyalizm teorisi, solun kitle tabanından destek transferinde kilit bir rol oynamıştır. Emperyalist devletler teorisinden kuruluş mitolojisinin esas alındığı bir Türkiye Cumhuriyeti figürüne gelinmekte, oradan da siyasî aktörlere gidilmektedir. Politika “hariciye” merkezli bir olgu olarak algılanmaktadır. Sınıflar, kapitalizm v.s. ortada yoktur. Sınıflardan, ekonomi-politikten uluslararası ilişkilere gidilmemekte, aksine uluslararası ilişkilerden hareketle sınıflara, siyasal öznelere gelinmektedir. Tarih dışı ve kategorik bir kötü figür olan ABD ve AB ile tarih dışı ve kategorik bir iyi olan Millî Devlet çerçevesinde anti-emperyalizm kurgulanmaktadır.
“Kendi kapitalist devletine karşı savaşmadan emperyalizme karşı savaşılamayacağı” fikri unutulmuş, aksine emperyalizme karşı savaşta, kendi kapitalist (millî) devletimiz veya onun çeşitli kurumları müttefik haline gelmiştir.
Anti-liberalizm
Yine Hitler ve faşizm ile olan paralellikler üzerinden gidersek: Hitler’in muhalefet ettiği esas kavram liberalizmdir. Komünistlerin, sosyalistlerin, Yahudilerin, çingenelerin ortak paydası “liberal güruha” dahil olmalarıdır. Teorik ifadesini Carl Schmitt’te bulan bu tür bir siyasal liberalizm eleştirisinin sol ile hiçbir ilişkisi yoktur. Siyasal liberalizmin Marksist eleştirisi politik toplumsal öznelerin ekonomik-politik eşitsizliği üzerine kuruludur. Faşizmin eleştirisinin temeli ise liberallerin millî devletin karşısında kendi sınıfsal, etnik, dinsel, kültürel, cinsel kimliğinden gönüllü olarak feragat etmeyi reddeden soysuz bir güruh olması üzerine kurulmuştur. Bazı durumlarda toplumsal kimlikten gönüllü feragat bile işe yaramaz. Sorun teşkil eden toplumsal kimlik değil, bizatihi varlığın kendisidir. Varlıklarından feragat etmeleri beklenir.
Amerika ve Avrupa’daki muhafazakâr iktidarlar tarafından 1980’lerde üretilen neoliberal iktisat politikaları insanlığın haklı olarak öfkesini çekmiştir. Bu politikalar “sosyal hakların meta haline getirilmesi” şeklinde özetlenebilir. İktisat merkezli bir teori olan neoliberalizme yönelik bu haklı öfke manipüle edilerek, siyaset merkezli bir teori olan siyasal liberalizme karşı Schmitt’çi anti-liberalizmin popüler biçimlerinin üretilmesinde kullanılmıştır.
Ergenekon yazarları “liberal”i küfür olarak kullanmaktadır. Yarattıkları ideolojik hegemonya neticesinde liberal sayılma, sanılma korku ve endişesi üremiştir. Solun söz hakkı liberal olmadığını ispat etmesinden sonra doğmaktadır. Kamuoyu var olan tek liberalizm eleştirisinin Ergenekoncuların Schmitt’çi liberalizm eleştirisi olduğunu sanmaktadır.
Kültürel alerji
Ergenekon ideologları bir taraftan yukarıda tarif ettiğimiz türden bir anti-emperyalizm ve anti-liberalizmin oluşturduğu bir entellektüel iklim yaratmaya, bir taraftan da politik karşıtlıkların, çelişkilerin yerine kültürel alerjileri ikame etmeye çalışmıştır.
Bu en iyi şekilde karikatürleştirilmiş bir örnek üzerinden anlatılabilir. Ergenekon ideologlarına göre 12 Eylül darbesinde aylarca siyasî şubelerde sürünmüş bir vatandaş, Kenan Evren de kendisi gibi bıyıksız, Ramazan’da bile rakı içen bir kişi olduğu için, baş politik düşmanı olarak Kenan Evren’i değil, badem bıyıklı ve sadece Ramazan’da değil hiçbir zaman rakı içmeyen Abdullah Gül’ü seçmelidir. Politik çelişkiler, ekonomik çelişkiler önemli değildir, önemli olan gündelik yaşam kültüründeki aynılık veya farklılıklardır. Bu farklılıklardan hareketle kentli mürekkep yalamış orta sınıflarda üretilen irrasyonel nefret, Hitler öncesi Alman orta sınıflarının Yahudilere duyduğu irrasyonel nefret ile kıyaslanabilir ancak.
Bütün bunlarda bir tuhaflık yoktur. Tuhaflık, Ergenekon ideologlarının başarıyla geliştirdiği boş anti-emperyalizm, siyasî anti-liberalizm ve kültürel alerji politikalarının, solun geniş kesimlerine de nüfuz edebilmiş olmasındadır.