Anne Alexander
Mısır Devrimi’nin ardından yapılan birbirine zıt yorumlar şimdiden hızla artıyor. Batı medyasında bu bir “çiçek devrimi” olarak tanımlandı – lideri olmayan bir “halk hareketi”nin içimizi ısıtan bir örneği. Hayal aleminde yaşayan ABD’li neoconların çoğunluğu diktatör Hüsnü Mübarek’in devrilmesini, Ortadoğu’ya silah zoruyla demokrasi getirmeye çalışan George W. Bush’u haklı çıkartan bir gelişme olarak görüyor. BBC’nin tecrübeli gazetecilerinin önemli bir kısmı ise bunu askerî darbe olarak yorumluyor. Mısır Devrimi’ni bir internet devrimi veya sinsi bir İslamcı komplo olarak tanımlayan yorumlar da var.
Bence Mısır Devrimi, Arap dünyasında yarım asırdan uzun bir süredir görülmeyen bir kuvvetle, toplumu aşağıdan özgürleştirebilecek olan gücün örgütlü işçi sınıfı olduğunu gösteriyor.
Mübarek’in son günlerinde, bir anda Mısır’ın her yerine yayılan grevler işçilerin gücünü görünür kıldı. Ama Mısır devletini zedeleyen ve ayaklanma için gerekli koşulları oluşturan şey daha derin ve uzun süreli küresel ve yerel ekonomik değişikliklerdi. Özellikle Mübarek’in oğlu Cemal ve arkadaşları tarafından hayata geçirilen neoliberal reformlarla küresel ekonomik krizden kaynaklanan çöküşün bir araya gelmesi, işçilerin rejimden maddî ve fikirsel olarak kopuşlarında merkezî bir rol oynadı.
Öte yandan devrimin ilk safhası, yani 1848 devrimlerini ya da Şubat 1917 Rusya’sını anımsatan o eylemlilik aynı zamanda Mısır’da son on yıldır gelişen, devletle halkın sokaklarda çatıştığı “protesto kültürü”nün de bir parçasıydı. “İstikrarlı” bir müttefike karşı bir anda yaşanan kitlesel öfke patlaması batılı gazetecileri ve Obama’nın danışmanlarını şaşırtmış olabilir; ancak 2000 yılından beri Filistin konusunda, Irak’taki savaşa karşı, demokrasi ve anayasal reform isteğiyle gelişen ya da daha iyi ücret ve sendikal haklar talep eden ve polis şiddetine karşı gerçekleşen gösteriler dalgasını görmüş olanlar için durum şaşırtıcı değildi.
Ayaklanmanın kendi dinamiklerini incelediğimizde 25 Ocak devriminin birbirinden ayrı politik ve ekonomik taleplerin bir araya gelmesinin ötesinde bir şey olduğunu görürüz. Aşağıdan eylemliliğin boyutu ve devlete yaptığı basınç ekonomik ve politik mücadeleleri dönüştürdü ve derinleştirdi. Mübarek’in son günlerinde işçilerin devlete karşı kullandıkları sosyal güç önemliydi, özellikle de 8 Şubat’ta başlayan ve rejimi nihayet çatırdatan grev. Mübarek düştükten sonra da insanların sokakta olmaya devam ettiği gerçeği, devrimci süreci ilerletmek için çeşitli olasılıklar sunuyor. Bunu diktatörün düşüşünden sonraki hafta yaşanan grev patlamalarında görebiliyoruz.
Devleti parçalamak
Cemal Abdülnasır liderliğinde iktidara el koyup 1952’de monarşiyi deviren düşük rütbeli subaylar Mısır’ı devletin kaynaklarını kullanarak ağır sanayi kurmuş, Asvan Barajı’nın inşaatını finanse etmek için Süveyş Kanalı’nı kontrol etmeye başlamış ve Mısır pazarını canlandırmak için üretimi güçlendirmişlerdi.
Bu ekonomik strateji, işçileri ve köylüleri devlete sadık hale getirmeyi amaçlayan siyasî kurumların oluşturulmasıyla bağlantılı ilerledi. İşçilere, politik bağımsızlıklarından feragat etmek şartıyla devlet destekli barınma, eğitim ve benzeri sosyal devlet kazanımlarıyla görece güvenceli çalışma gibi bazı haklar elde edebilecekleri bir sosyal anlaşma sunuldu. Nasırcı devlet bağımsız işçi örgütlenmelerini yok etti ve bunların yerine devlete bağlı resmî sendika federasyonları kurdu.
Nasır ve arkadaşlarının bu özel ekonomik gelişim stratejisini izlemelerine izin veren koşullar, 1960’ların sonunda egemen sınıflar devlet destekli büyümeye küresel çapta bir alternatif aramaya başladığında değişti. Nasır 1970’te öldüğünde yerine geçen Enver Sedat, SSCB ile bağları kopardı ve on yıl içinde ABD ile yeni bir ittifak kurdu ve uluslararası finans kuruluşlarından kredi alabilmek için bir “ekonomik açılım” (infitah) programı başlattı.
İnfitah süreci Mübarek’in son yıllarında da, 1991 Körfez Savaşı’nın ardından dayatılan bir yapısal uyum programının sonucu olarak derinleşerek devam etti. İşçilerin yüzde 40’ı 1981’de kamu sektöründe çalışıyorken, bu oran 2004’te yüzde 32’ye geriledi. Ancak bu oranlar artan işsizlik, iş güvencesinde gerileme ve refah devletinin büyük kısmının yok edilmesi gibi daha karanlık gerçekleri yansıtmıyor.
Nasır’ın kurduğu politik sistem, Sedat ve Mübarek’in tırtıklamalarına rağmen ölümünden sonra onlarca yıl devam etti. Kendisinden sonra gelenler sahte muhalefet partilerinin varlığına izin vermiş olsa da, politik sistemi kökünden değiştirmediler. 2011 devrimine kadar iki sınıflı bir seçim sistemi vardı: işçiler ve köylüler parlamentonun bir kısmına temsilci seçiyor, orta sınıf “profesyoneller” ise geri kalan temsilcileri seçiyordu. Sendika federasyonu sadece işyerinde işçilerin sorunlarını devletin lehine çözmek için kullanılan bir sosyal kontrol aracı değil, aynı zamanda rejim yanlısı seçmenleri seçim sandıklarına yollayan, Mübarek ve yandaşlarını alkışlamak için büyük kalabalıklar toplayan dev bir oy makinasıydı.
İdeolojik olarak da Nasırcılığın mirası Nasır’dan sonra onlarca yıl hüküm sürdü. İşçilerin devletçi kalkınmacılığın amaçlarıyla kendilerini özdeşleştirmeleri, sınıf mücadelesinin en keskin anlarında bile görülebiliyordu. El Kübra Mahallesi’nde1984’te, Helwan demir çelik fabrikasında 1989’da ve Kafr el-Dawwar’da 1994’te olduğu gibi, zaman zaman işçi direnişleri patlama gösterdi. Ama grev yapıp üretimi durdurmak yerine işçiler genellikle “zorla çalışma” gerçekleştirerek liderlerinin aksine “ulus” için fedakarlık yapmaya hazır olduklarını göstermeye çalıştılar.
1990’lar ve sonrasındaki ‘reformlar’ Nasırcı sistemi birçok farklı açıdan zedeledi. Özelleştirme yüz binlerce işçiyi kamu işletmelerinden kopardı ve primleriyle işyeri temelli sosyal ek ödemeleri özel mülk sahiplerinin banka hesaplarına aktardı. İşçilere refah sağlama görevinden alıkoyulan sendika federasyonu içten çürümeye başladı.
Kübra Mahallesi’nde 2006’nın sonlarında Mısr İplik ve Dokumacılık Şirketi’nde yaklaşık 25 bin tekstil işçisinin greve çıkması uzun süren bir işçi eylemleri dalgası başlattı. Grevler hızla yayıldı ve bazı işçi grupları, özellikle de Mahalle tekstil işçileri ve vergi tahsildarları, bağımsız sendika kurma ve asgari ücretin arttırılması talepleriyle politik bir kimlik kazandı.
Bu gelişmelerin sadece yerel faktörlerin sonucu olmadığını, küresel süreçlere doğrudan bağlı olduğunu görmek gerek. Neoliberal ekonomik reform programları dünya çapında dayatıldı. Özellikle gıda fiyatlarındaki küresel yükseliş işçileri küresel ekonomik krizin hemen öncesinde protesto gösterileri yapmaya itti.
Diktatörlüğün duvarında açılan gedik
2006 grev dalgası, kitlesel protestolarla değişmiş bir ortamda patlak verdi. 25 Ocak devrimindeki milyonlarca göstericiyle karşılaştırıldığında sayıca az olsa da, 2000’lerin sonunda başlayan 2. Filistin İntifada’sından beri sokaklara hakim olan heyecan Mısır’ın politika dünyasında önemli değişikliklere neden oldu. İlk önemli çıkış 2003’te on binlerce göstericinin Irak’ın işgaline karşı Tahrir Meydanı’nı işgal edip “diktatörlüğün duvarında gedik açtığı” gösteriyle gerçekleşti.
İlerleyen yıllarda başka gedikler de açıldı. Nasırcılar, liberaller ve sosyalistlerin -Müslüman Kardeşler içerisindeki bazı kesimlerin de desteklediği- ittifakı 2005’te Mübarek’in yeniden seçimlerde aday olmasına ve iktidarı oğlu Cemal’e devretme çabalarına karşı bir kampanya başlattı. Sokak gösterileri “Kifaya!” (“Yeter!”) sloganı etrafında yürütüldü. Bugün bu adımın küçük radikal muhalefet grupları açısından ne kadar cüretli bir iş olduğunu anlamak kolay değil. Başkanı eleştirmeyi yasaklayan “kırmızı çizgi”ler açıkça ihlal ediliyordu.
Bir yıl sonra, seçim hilelerine ve rejimi eleştiren herkesin yargılanmasına öfkelenen yargıçların ayaklanmasına şahit olduk. Temyiz Mahkemesi’nin reform yanlısı iki üyesine disiplin cezası verilmesi üzerine yüzlerce yargıç resmî kıyafetleriyle Kahire merkezinde yürüyerek olayı protesto etti. Polis, yargıçları coplayıp kampanyalarına destek verenleri biber gazına boğdu.
Yükselen işçi mücadelesi 2008’de gençlik eylemlerinin yeniden dirilmesiyle çakıştı ve 2011 devriminden önce rejimi en çok zorlayan şey oldu. Mahalle’de Mısr İplikçilik’te çalışan tekstil işçilerinin grevi ve dayanışma için yapılan genel grev çağrısı genç aktivistler tarafından sahiplenildi. Mahalle işçilerini destekleyen ve genel grev çağrısı yapan bir Facebook grubuna yaklaşık 70 bin kişi üye oldu. 6 Nisan 2008’de Mahalle’deki grev polis tarafından durduruldu, fakat göstericilere yaptıkları saldırı Mahalle’de neredeyse bir ayaklanmaya sebep oluyordu. Bu “Facebook grevi” birçok üniversite kampüsünde destek buldu ve başkentin dört bir yanında birçok dükkân kepenk kapattı. 25 Ocak’tan önceki son ayaklanma 2010 yazında gerçekleşti. Halit Sait isimli genç bir internet aktivistinin polis tarafından öldürülmesi, İskenderiye’de binlerce kişinin katıldığı gösterilere neden oldu.
2000’den 2011’e kadar geçen süreye sonradan dönüp baktığımızda, düz bir çizgi halinde yükseliyormuş gibi görmek mümkün. Gerçekteyse bu protesto dalgaları çoğunlukla birbirinden kopuktu; bir gösteri zamanla söner veya şiddetle bastırılırken birkaç ay sonra bir başkası başlıyordu. İşçiler tarafından dillendirilen ekonomik taleplerle çoğunluğu orta sınıflardan oluşan grubun dile getirdiği, anayasal reform temelli politik talepler arasındaki uçurum, bazılarına göre Mübarek karşıtlarını birleştirme çabalarının başarısızlığa uğrayacağının bir işaretiydi.
Korku
Buna rağmen, Mübarek’in son on yılı devrilmesinde önemli bir rol oynadı. Farklı politik geleneklerden gelen İslamcı, Nasırcı, liberal ve sosyalist aktivistler kuşağı, politik örgütlenmenin yollarını böyle birbirinden ayrı eylemler sayesinde öğrendi. Bu on yıl boyunca radikal muhalefet grupları eylem örgütleme, aktivist ağları kurma ve farklı politik gelenekler arasında taktik ittifaklar kurma konusunda kalıcı tecrübeler kazandı. Hepsinden önemlisi, rejimin sokağa dayattığı korkunun büyüsünü bozdu.
Rejime karşı ekonomik ve politik mücadeleyi birbirine bağlamayı başaran şey, grev dalgasıydı. Rosa Lüxemburg’a göre, ekonomik ve politik mücadeleler arasındaki ilişki, basitçe ekmek mücadelesinden devlet iktidarına karşı mücadeleye düz bir çizgi halinde geçiş gibi görülemez. Karşılıklı hareket süreci, politik mücadeleyle ekonomik mücadele arasında salınan bir sarkaç gibi görülmelidir: “Köpüren her politik eylem dalgasının ardından, bereketli bir tortu birikir ve bu tortudan ekonomik mücadelenin binlerce tohumu çiçek açmaya başlar.” Öte yandan, işçilerin mücadelesi söz konusu olduğunda, onların sosyal gücü ve kolektif örgütlenme yeteneği işyerindeki günlük mücadelelerine politik bir boyut katarak, politik eylemler için yeni olasılıklar açar.
Mısırlı işçiler, demokrasi için mücadele veren diğer “politik” kampanyaların devlet baskısı nedeniyle terk etmek zorunda kaldığı hakları, yani toplanma, gösteri yapma ve ifade özgürlüğü haklarını kolayca elde etti. Grev dalgasının ülke genelindeki binlerce işyerinde yarattığı tartışma ve örgütlenme alanı mücadeleyi Mısır toplumunun dokusuna işledi.
On yıl boyunca gelişmiş olan süreçler – sokakların kontrolünü polislerin elinden alma, doğrudan Mübarek’i hedef alan protestolar, ekonomik ve politik mücadele arasındaki giderek artan etkileşim – 25 Ocak 2011’den sonra birkaç günlük bir sürede gerçekleşti. Açılış hamleleri, Tunus’ta Bin Ali’nin devrilmesi üzerine ulusal gösteri çağrısı yapma fırsatını kullanan muhalif aktivistlerden geldi. Muhalefet örgütleri yan yana gelmeye başladı ve devrimci sosyalistleri, liberalleri, demokrasi aktivistlerini, Nasırcıları, bağımsız sendikacıları ve en sonunda Müslüman Kardeşler üyelerini ortak mücadeleye kattı.
Daha işin başında 25 Ocak’ta Mısır’ın onlarca yıldır gördüğü en büyük gösterinin gerçekleşeceği belliydi. Diktatörlüğün duvarında, önce onlarca, sonra yüzlerce, sonra bin gedik açıldı. On binlerce kişi bu gedikten içeri daldı.
Gün geçtikçe gösteriler hız kazandı. 28 Ocak günü, hareket için ilk büyük sınavdı. Polis şehrin merkez noktalarını kilitledi, rejim telefon ağlarını ve interneti kapattı. Göstericiler toplanma noktaları olarak camileri seçti ve tekrar ele geçirmek için sokaklara yürüdü. Kalabalıklar polisle çatışırken, sokakta yüz binlerce insanın olduğu tahmin ediliyordu. Mübarek kabinesini dağıttı, polisi karakollardan çekti ve orduyu devreye soktu. Evleri ve mahalleleri saldırgan çetelerden korumak amacıyla birçok yerde yerel halk komiteleri oluşmaya başladı. Saldırgan çetelerin aslında üniformasını çıkarmış polisler olduğu düşünülüyordu. Hafta sonu devam eden gösteriler 1 Şubat’ta “1 milyonun yürüyüşü” ile doruk noktasına ulaştı. Bu gösteri nihayet Mübarek’in gönülsüz de olsa tavizler vermesini sağladı. Bir daha seçimlerde aday olmayacağını açıkladı ve anayasayı kısmen değiştirme sözü verdi.
Rejim 2Şubat’ta sivil giyimli çetelerini İskenderiye ve Kahire’de göstericilerin üzerine sürdü. Tahrir Meydanı’ndaki göstericiler, Piramitler’de turist gezdirmek için kullanılan at ve develerin üzerinden kendilerine taş, bıçak ve Molotov kokteylleriyle saldıran çeteleri görünce şaşırdı. Çatışmalar iki gün sürdü ve sonunda avantaj göstericilerin eline geçti. Bir sonraki cuma günü yüz binlerce gösterici tekrar sokağa çıktı. Bu esnada rejim, çaresizlik içinde, “diyalog” kurabileceği müstakbel ortaklar arıyordu. Müslüman Kardeşler’in de dahil olduğu bazı muhalif örgütler Mübarek’in yeni başkan yardımcısı ve eski istihbarat yöneticisi Ömer Süleyman’la görüşmek üzere temsilciler gönderdi.
Yine de on binlerce insan sokaklardaki yerini korudu ve çoğaldı. Aileler küçük çocuklarıyla birlikte Tahrir Meydanı’ndaki kalabalığa katıldı, Pazar günü orada evlenen gençler bile oldu.
Grevler
Güçler dengesi 8 Şubat günü yeniden değişti – bu kez kesin olarak Mübarek’in aleyhine. Birkaç işyerinde grevler başladı ve Mısır geneline yayıldıkça güç topladı: Süveyş Kanalı hizmet işçileri, Kahire telekom işçileri, Helvan metal işçileri ilk harekete geçenlerdi. 9 Şubat’ta tahminlere göre 15 eyalette yaklaşık 300 bin işçi grevdeydi. Hastane teknisyenlerinden beton işçilerine, posta işçilerinden tekstil işçilerine, birçok kesim işgaller ve grevlerle ekonomik talep ve devrime desteği birleştirdi.
Grevdeki işçilerin temsilcileri Tahrir Meydanı’ndaki kalabalığa katıldı. İstifa edeceği söylentilerine rağmen Mübarek 10 Şubat’ta yaptığı televizyon konuşmasında çekilmeyi reddetti. Küçük bir grup subay Tahrir Meydanı’nda göstericilere seslendi. Bir subay El-Cezire’yi arayarak istifa ettiğini ve “halkın devrimi”ne katıldığını açıkladı. Ordu komutanları kapalı kapılar ardında saatlerce toplantı yaparken kalabalıklar yeniden büyüdü. Kahire nihaî ayaklanmanın eşiğinde bekliyordu.
Devletin mağrur görüntüsü nihayet 11 Şubat’ta çatırdadı. Yüksek rütbeli subaylar kontrolü ele alıp Mübarek’in görevine son verdi.
25 Ocak devriminden alacağımız üç önemli ders var. İlki, 18 günlük yüzleşme son on yılın protestolarıyla çoğunlukla aynı dinamikler tarafından şekillendirildi, ancak çok daha derin ve çok daha kısa bir süre içerisinde gerçekleşti. Göstericiler büyük şehirlerin önemli noktalarını ele geçirdi ve devrimci hareketin parçası haline getirdi. Tahrir Meydanı, kendiliğinden örgütlenen güvenlik komiteleri, barikatlar, gönüllü doktorlar ve sokak temizlikçileri, ses sistemleri, çadırlar ve pankartlarla, geçen beş yılda işgal edilen yüzlerce fabrika gibi, özgürleştirilmiş bir alan haline geldi, bir örgütlenme merkezi oldu.
Bu alanın savunması yalnızca sayıca çokluğa değil, aynı zamanda politik örgütlenmeye de dayanıyordu. Müslüman Kardeşler’in genç aktivistleri, örneğin, meydanı hükümet çetelerinden korumada merkezî bir rol oynadı. Buna rağmen Müslüman Kardeşler alanda egemen değildi: genç üyeleri devrime sahip çıkarken, liderliği devletle anlaşmaya varmak için uğraşıyordu. Bu denge yalnızca sokak gösterilerinin devamını kolaylaştırmakla kalmadı, aynı zamanda sayıca az olmalarına rağmen devrimci solun da yeni ilişkiler yakalamasına imkân sağladı.
İkinci olarak şunu gördük: devrim yalnızca sokaklarda kalmış olsaydı, 25 Ocak’taki gibi bir kalabalığın devam etmesi durumunda bile bunun devleti çatırdatmaya yetip yetmeyeceği kesin değil. Devrim politik alandan sosyal alana ve sokaklardan fabrikalara yayılıp işçileri kolektif eylemleriyle devrimin taleplerini sahiplenmeye itmedikçe, geçen on yılın demokrasi ve reform mücadelesinde olduğu gibi farklı sosyal ve politik grupların değişim için bir araya gelmesi büyük bir atılıma neden olmazdı.
Son olarak, bir de ordunun rolü meselesi var. Esasen, aşağıdan kitlesel hareketin başardığı şey devletin bir kademesinin, yani Genelkurmay’ın, devletin geri kalanını kurtarabilmek için, bir kanser haline gelmiş Mübarek’i kesip atmasıydı. Açık ki bu, kitelesel hareketin kendisinin iktidara el koymasıyla aynı şey değil. Ayrıca ordu, rakip komutanlar arasında dikey olarak bölünmediği gibi, 1917’de Rus ordusunda olduğu gibi sınıfsal olarak yani yatay olarak da bölünmüş değil. Ama Mübarek’in devrilmesini basitçe bir darbe olarak görmek ya da ordunun devrimci hareketi güç kullanarak kırmaya çalıştığı taktirde karşılaşacağı güçlükleri küçümsemek yanlış olur. Durum, 1952’de küçük bir subay çevresi iktidarı aldığında olduğundan farklı. Nasır güçlerini saraya, radyo istasyonuna ve kışlalara yönlendirdiğinde sokaklarda kimse yoktu. Burada yine önemli olan sosyal mücadeleler. Şubat 2011’de devrim, ordu harekete geçmeden önce zaten işyerlerine sıçramış vaziyetteydi. Mübarek’in düşüşünden bir hafta sonra yüzlerce işyeri, 24 bin kişilik devasa işgücüyle Mahalla tekstil fabrikası başta olmak üzere grevdeydi.
Mısır’da yalnızca milyonerler için değil, milyonlarca insan için gerçek bir değişim olacaksa, devrim daha derine inmek zorunda. Örgütlü işçiler gelişen devrimci harekette sosyal bir güç olarak ortaya çıkıyor ve kolektif sosyal güçlerini bilinçli bir biçimde hareketin ilk politik hedefi için, yani Mübarek’i devirmek için kullandılar. Yalnızca 18 günde Mısırlı işçiler özgürlük yolunda anne babaları ve onların anne babalarının hayatları boyunca yürüdüğünden daha fazla yolu yürüdü. Ama daha yapılacak çok şey var: İktidar partisinin kalıntılarını işyerlerinden ve mahallelerden silip atmak, bağımsız sendikalar inşa etmek ve hepsinden önemlisi işçi demokrasisinin en azından nüve halinde bir iktidar organı oluşturabileceği yeni kurumlar ortaya çıkarmak.
Çeviren: Muhip Tezcan