Eren Keskin
Avukat olarak 1987 yılından 1995 yılına dek hep siyasî davalara girdim ve siyasî davalara giren her avukat gibi işkence gerçeği ile karşılaştım. Ancak, 1995 yılında bir yazım nedeniyle cezaevine girdiğimde, bu kadar yoğun yaşandığını o güne dek sorgulamadığım cinsel işkence gerçeği ile yüz yüze kaldım.
Bir gün havalandırmada volta atıyordum. Daha önce müvekkilim olan bir kadın mahpus yanıma yaklaştı ve “Neden bana soğuk davranıyorsun; yoksa gözaltında yaşadıklarımı mı öğrendin?” diye sordu. Şaşırdım! Konuşmaya başladık. Ağlayarak, tecavüze uğradığını anlattı. Daha sonra cezaevindeki diğer mahpuslarla konuştukça, istisnasız tüm kadınların gözaltında cinsel tacize maruz kaldıklarını, bir bölümünün de tecavüze uğradığını öğrendim. Cezaevinden çıktıktan sonra Alman avukat arkadaşım Jutta Hermans ile birlikte ‘Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukukî Yardım Bürosu’nu kurduk. Ve 13 yıldır çalışmalarımıza devam ediyoruz.
Ayrım noktamız, mağdurun kadın, failin ise devlet güçlerinden biri olması. Bu çalışmaya başlarken işimizin zor olduğunu biliyorduk. Ve asıl amacımız, cinsel şiddete karşı kadınlarda ‘hak arama bilinci’ni oluşturmaktı.
‘Aileye karşı cürümler’
Başladığımız yıllarda ‘kadına yönelik cinsel şiddet’ konusunda öncelikle yazılı hukukun çok yetersiz olduğunu belirtmek gerek. Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) kadına yönelik cinsel şiddeti belirleyen maddelerin bölüm başlığı ‘genelahlak ve aileye karşı cürümler’di. Yani kadın, ahlakın ve ailenin bir unsuru olarak görülmekteydi.
Cinsel taciz, TCK’nda suç olarak dahi tanımlanmıyordu. Bu çok büyük bir eksiklikti. Gözaltına alınan, ev ve köy baskınlarına maruz kalan her kadın cinsel tacize maruz kalıyordu. Örneğin, soyularak sorgulanıyorlar, vücutları elleniyor veya en azından sözle cinsel tacize maruz kalıyorlardı. Ve bunların TCK’nda bir karşılığı yoktu. Bu durumda TCK 421. maddeyi kullanmak zorunda kalıyorduk. TCK 421. madde, ‘sarkıntılık’ fiilini düzenliyordu. Oysa bu madde, ‘cinsel tacizi’ tam olarak kapsamıyordu. ‘Tecavüz’ ise TCK’nda tanımı olmayan bir suçtu.
Yargıtay kararlarına göre tecavüz “erkek cinsel organının, kadın cinsel organına dühulu” olarak tanımlanıyordu. Bu tanımın son derece eksik olduğu ortadaydı. Bize göre tecavüz, ‘kadına vajinal, anal veya oral bölgelerinden olmak üzere, herhangi bir biçimde, cinsel organına, parmak veya herhangi bir cisimle yapılan saldırı’ydı.
Tanımlardaki ‘yokluk’ ya da ‘eksiklik’ler, yazılı hukukta karşılaşılan önemli bir sorundu.
Kadınların mücadeleleri sonucunda aradan geçen zamanda yapılan tartışmaların, önerilerin ve taleplerin etkisiyle 2005 yılında TCK’nda bazı değişiklikler yapıldı. Örneğin, ‘cinsel taciz’ bir suç tanımı olarak yasaya girdi. Tecavüz suçunun tanımı genişledi. Bekâret kontrolü belli kurallara bağlandı. Namus nedeniyle işlenen cinayetlerde, cinayetin nedeninin ‘namus’ kavramı olması halinde cezai indirim uygulanması kaldırıldı.
Yazılı hukuktaki olumlu değişiklikler pratiğe çok fazla yansımasa da, bu durum yine de kadınların örgütlü mücadelelerinin sonucu olarak önemli bir kazanım anlamını taşıyor.
Cinsel şiddetin belgelenmesi
Cinsel şiddetin belgelenmesinde ve ispatlanmasında hâla önemli sorunlar yaşanıyor. Fiziksel rapor bu konuda çok önemli bir delildir. Ancak fiziksel rapor alımında süre çok önemlidir. Örneğin, kadın ‘bakire’ ise, fiziksel raporun ilk 7-10 gün arasında alınması gerekmektedir. Aksi halde kızlık zarındaki yırtık ‘eski yırtık’ olarak raporlanmaktadır. Kadın ‘bakire’ değilse, ilk 48 saat içinde fiziksel raporun alınması gerekmektedir. Oysa kadınlar bu süreler içinde ya gözaltında olmakta ya da utanma, dışlanma endişesi, kirlenmişlik duygusu gibi nedenlerle bu kısa süreler içinde yaşadıkları cinsel işkenceyi açıklayamamaktadır.
Geriye tek yol kalmaktadır: “Psikolojik bir raporla, kadının yaşadığı cinsel işkence sonrasında, içinde bulunduğu durumun tespiti.” Ancak bunun için rapor verebilecek uzman doktorlardan oluşan merkez yok denecek kadar azdır. Bildiğimiz kadarıyla, kadına yönelik cinsel şiddet konusunda uzman psikolog ve psikiyatristlerin bulunduğu Çapa Tıp Fakültesi Psiko-Sosyal Travma Merkezi vardır. Kadın İstanbul dışında veya cezaevinde ise bu merkeze ulaşması son derece güçtür.
Ayrıca tutuklu kadınlar açısından önemli bir sorun, hastaneye sevk edilseler bile, görüşme odasına jandarmanın da tutuklu kadın ile birlikte girmek istemesidir. Bu nedenle birçok tutuklu kadın doktorla görüşmeyi reddedebilmektedir. Bu konuda, uzun çalışmalar sonucunda hazırlanmış ve önemli hak taleplerini yazıya dökmüş olan ‘İstanbul Protokolü’nün uygulanmasında hâlâ sorunlar yaşandığı görülmektedir.
Cinsel işkencenin belgelenmesinde çok önemli bir sorun da, Resmî Bilirkişilik Kurumu’nun geçerli olmasıdır. Tüm raporların Adli Tıp tarafından onayı gerekmektedir. Adli Tıp bir devlet kuruluşudur. Yani bir devlet biriminin uyguladığı işkencenin, bir başka devlet kurumu tarafından belgelenmesi söz konusudur. Bu durumda doktorların siyasî görüşleri ve çeşitli korkuları belirleyici olabilmektedir. Kaldı ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarında da, “bağımsız hekim” raporlarının önemi açıkça vurgulanmaktadır.
Basmakalıp roller
Cinsel şiddete karşı yaklaşımdaki eksiklik sadece iç hukukla sınırlı değildir. Uluslararası hukukta da ‘kadına yönelik şiddet’ ve ‘tecavüz’ün tanımının yeterli olmadığını söylemek gerekir. Örneğin, Türkiye’nin de yakın tarihte imzaladığı ‘Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’, kadına yönelik şiddetten açıkça söz etmemektedir. Ancak sözkonusu sözleşmenin 5. maddesi önemlidir. Bu maddede, “erkekler ve kadınların basmakalıp rollere sahip oldukları düşüncesine dayanan bütün ön yargıların kırılması” gerektiği hüküm altına alınmakta ve imzacı devletlere bu konuda eğitim verme görevi yüklenmektedir. Bu madde anlamlıdır. Çünkü gerek kadının kendisine yönelik şiddeti, gerekse toplumun kadına yönelik şiddeti adeta meşru görmesinde, yerleşik ahlak yapısının ve namus anlayışının etkili olduğu açıktır.
Sonuç olarak, kadınlar, yaşamın tüm alanlarında cinsel işkenceye maruz kalıyor. Evde, okulda, sokakta, gözaltında… Bize dayatılan toplumsal cinsiyetçi bakış açısı, sistemin belirlediği, militer erkek egemen ve feodal değer yargılarıyla beslenmiş bir bakış açısıdır. Erkekle kadın arasındaki ezme-ezilme ilişkisine karşı çıkarken, aynı anda ırkçılığa, şovenizme, militarizme ve kapitalizme de karşı çakmamız gerektiğini unutmamalıyız.