Alper Görmüş yeni kitabı hakkında Arife Köse ile konuşuyor, Susurluk’tan Ergenekon’a, Hürriyet’ten Cumhuriyet’e…
Büyük Medyada Ergenekon Haberciliği kitabının çıkış noktası neydi?
İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde “haber analizi” dersleri vermeye başladığım 1999’dan itibaren, yazılı basındaki haberleri çok daha yakından, tabir caizse “içlerini okuyarak” izlemeye başladım. Dersler bir süre sonra, Ümit Kıvanç ve Kürşat Bumin’le birlikte oluşturduğumuz Medyakronik adlı haber eleştirisi sitesine kaynaklık etti (2000). Medyakronik’in kapanmasından sonra (2002), aynı işi Kürşat Bumin’le birlikte hazırladığımız Kronik Medya (Yeni Şafak) adlı sayfada sürdürdük. Onun da sona ermesinden sonra (2005) medya eleştirilerime Nokta ve Aktüel dergileriyle Taraf gazetesinde devam ettim.
22 Ocak 2008’de Ergenekon soruşturmasının ilk dalgasının gerçekleştirilmesinden iki gün sonra, bu tarihi gelişmeyi gazetelerin nasıl yansıttığını ele alan ilk yazım Taraf gazetesinde yayımlandı. Sonraki günlerde, aylarda ve yıllarda bu çerçevedeki takibimi sürdürdüm.
Etkileşim Yayınları bana dört yıl boyunca birikmiş “Ergenekon haberciliği” yazılarını kitaplaştırmayı teklif ettiğinde, bir hafıza tazelemesi doğrultusunda işe yarayacağını düşünerek teklifi kabul ettim. Kitap böyle ortaya çıktı.
Kitapta özellikle Hürriyet ve Cumhuriyet gazetelerinin öne çıktığını görüyoruz. Bunun nedeni nedir?
Bu sorunuza cevap vermeden ve daha fazla ilerlemeden, Ergenekon sürecinden söz ederken bunu hangi anlamda kullandığıma açıklık getirmek istiyorum. Ben, kamuoyunda “Ergenekon soruşturması ve davası” olarak bilinen süreci, “geniş Ergenekon”un bir parçası olarak ele alıyorum. Kitabımda yaptığım bu ayrımı, oradan bir alıntıyla okurlarınız için de yapayım:
“’Ergenekon’ derken sadece bir ‘teşkilat’tan değil, bir ‘zihniyet’ten söz ettiğimi bir daha belirtmek isterim. Aksi takdirde, kitabın gerek birinci gerekse de ikinci ciltlerinde yer alan kimi yazıların konularına bakıp (Darbe Günlükleri, Balyoz Davası vb.), bunların ‘Ergenekon’la ilgisi’ üzerine haklı spekülasyonlar yürütmek mümkün olabilir. Oysa, yukarıda da değindiğim gibi, benim için Darbe Günlükleri de, Balyoz Davası da, aradaki irili ufaklı bir sürü darbe ve eylem planları da ‘Ergenekon zihniyeti’nin türevleridir.”
Şimdi sorunuza gelebilirim… Kitapta neden Cumhuriyet ve Hürriyet gazeteleri öne çıkıyor?
Basının “Ergenekon’a soğuk” kesimi için ikili bir ayrım yapıyorum. Birinci kategoride, Ergenekon’un tümden uydurma olduğunu öne süren, onun siyasi iktidarın “yarattığı” bir canavar olduğunu savunanlar yer alıyor, ki bu kategorinin sembolik gazetesi Cumhuriyet…
İkinci kategoride ise Ergenekon sürecinin Türkiye’nin karanlık geçmişini aydınlatmada bir “şans” olduğunu söyleyen, fakat hemen ardından ilave ettikleri “ama”yla aslında böyle bir dertlerinin olmadığını fâş edenler yer alıyor, ki bu kategorinin sembolik gazetesi de Hürriyet…
Kitapta Cumhuriyet ve Hürriyet‘in öne çıkmasının nedeni, Ergenekon sürecindeki -aralarında geçişlilikler olsa da- iki farklı tavrı bu sembol gazeteler üzerinden ele alma arzumdur.
Mesela Cumhuriyet, aralarında “dokunulamaz paşa” olarak bilinen Veli Küçük’ün de bulunduğu çok sayıda kişinin gözaltına alındığı ilk Ergenekon dalgasını manşetten vermeyen tek gazete olarak öne çıktı. Cumhuriyet, Birinci Ergenekon iddianamesinin açıklanmasını da “Av tüfeğiyle darbe” manşetiyle duyurmuştu okurlarına… Gazete, ortaya çıkan onca gömülü silahı vurgulamak yerine, bir tutuklunun evindeki av tüfeğinin iddianameye girmesini istismar etmeyi tercih etmişti.
Ergenekon’a “soğuk” basın kesiminin “Ergenekon önemli ama, yapılan hatalarla gül gibi davayı heder ediyorlar”cı varyantını en güzel, şimdi Taraf gazetesinde yazan Gürbüz Özaltınlı deşifre etmişti:
“Bir yazar, önce parti kapatmanın, darbeci entrikaların kabul edilemeyeceğini söyleyip ardından ‘ama’yı yerleştirerek diğer tarafın kabul edilemeyecek özelliklerini sıralıyorsa , beni esas olarak ikinci noktaya dikkat göstermeye davet ediyordur. (…) Aynı temalı bir yazının ‘ama’sının öncesine AKP’nin anti-demokratik, fırsatçı politikalarının yerleştirildiğini ve ‘ama’ dendikten sonra darbe girişimlerine karşı çıkmak gereğini işaret eden bir söylem üzerine kurulduğunu düşünelim. Bu ikisi arasında yazarın önceliği bakımından ciddi fark olduğunu, vurgusunun yer değiştirdiğini algılarız.”
Özaltınlı’nın “ama”lı cümlelere ilişkin olarak bizi davet ettiği yapısökümünü “Ergenekon önemli ama, yapılan hatalarla gül gibi davayı heder ediyorlar” türü cümlelere uygulayalım:
Böyle cümlelerdeki “ama”, sahibinin vurguyu Ergenekon davasının önemi üzerine yapmadığını gösteriyor. Oysa cümle “Ergenekon davasında kimi hatalar yapılıyor, ama bunlara bakıp davanın önemini göz ardı edemeyiz” diye kurulsaydı, vurgu yer değiştirmiş olacaktı.
Bu faslı kapatmadan önce bu çerçevede dile getirilen bir mugalataya da işaret etmek isterim… “Ama”lı cümlelerin sahipleri, bir noktaya kadar (Türkân Saylan’ın evinin aranması) kamuoyunda Ergenekon davasına hiçbir itirazın olmadığını, o olaydan sonra itirazların başladığını savunuyorlar. Oysa, kitapta defalarca gösterdiğim gibi Ergenekon davasını, darbe girişimlerini ve darbe planlarını önemsizleştirmek, itibar kaybına uğratmak için yürütülen bilinçli çabalar en başından itibaren vardı.
Mesela kabilinden söylüyorum, Ertuğrul Özkök (29 Mart 2008) şu satırları birinci Ergenekon dalgasının üzerinden henüz iki ay geçtikten sonra kaleme almıştı:
“Kime rastlasam önceki akşam Kanal 1’de Mehmet Ali Erbil’in yaptığı espriyi konuşuyor. Erbil, jüri üyeliğine davet edilen Paris Hilton için şu espriyi yapıyor: ‘Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alındı. Serbest kalınca gelecek. Önce İlhan Selçuk çıkacak, arkasından onu bırakacaklar.’ Buna basit bir espri olarak bakabilirsiniz. Ama iş espri düzeyine gelmişse, ‘sokağın algılaması’ olarak da bakabilirsiniz. ‘Ergenekon soruşturması’ halka bu algılamayla iniyor. Yani, önüne geleni içine alıp kartopu gibi büyüyen bir soruşturma.”
Kolayca tahmin edebileceğiniz gibi bu satırları klasik “Ergenekon’u önemseme” satırları izliyordu: Ertuğrul Özkök sadece uyarı görevini yapmak için hatırlatmıştı Mehmet Ali Erbil’in esprisini… Hepimizin hayatını ilgilendiren bu soruşturmanın sulandırılmaması, itibar kaybına uğramaması için…
Şunu söyleyerek bitireyim sorunuza cevabımı: Ben, Ergenekon haberciliği peşindeki takibimi, işte bu türden cümlelerdeki “ama”nın samimi olmadığını göstermek amacıyla yazdım.
Medyayı Susurluk ve Ergenekon’a yönelik tavırlarının farklı olmasından dolayı eleştiriyorsunuz. Bu farklılığın nedeni nedir? Ayrıca şöyle bir durum da var; Susurluk sırasında çetelerin ortaya çıkmasına yönelik daha büyük bir konsensüs vardı ama davayı daha kolay kapatabildiler. Ergenekon davasına yönelik çok ciddi bir bilgi kirliliği ve davayı itibarsızlaştırma çabası var ama Susurluk’un gittiğinden daha ileri noktalara gidebileceğinin işaretleri de var. Buna katılıyor musunuz? Bu farkın nedeni nedir?
Türkiye’nin merkez medyası, devlete ve (Türkiye örneğinde) onun iskeletini oluşturan orduya karşı hiçbir zaman eleştirel bir pozisyon almadı. Kendisini daima, olması gerektiği gibi toplumun değil devletin bir parçası olarak gördü. Olması gerektiği gibi toplumsal talepleri “yukarıya” aktarmak yerine devletin topluma dair tasavvurlarını toplumun tepesine boca etti.
Merkez medya, devletin asli sahibi olarak daima askerleri gördüğü için, seçimle işbaşına gelen hükümetlere karşı daima mesafeli oldu, kritik anlarda ise, askerlerin talepleri doğrultusunda onları “düşmanlaştırma” görevini ifa etti. (Mehmet Ali Birand’ın sözleriyle: “Bizim kuşak için devlet daima öncelikli ve haklıydı. Devleti de asker temsil ederdi. Politikacı, üçkâğıtçı-yalancı-vatanını pek düşünmeyen-cebini dolduran bir insandı. Asker ise namuslu ve her şeyini vatana adamış, özveri dolu bir kahramandı.”)
İşte bu “devlet” ve “hükümet” algısı nedeniyle Türkiye’nin merkez medyası, hükümet ve polisten kaynaklanan meşruiyet dışı eylemlere ve hak ihlallerine karşı gösterdiği tepkiyi, devlet ve ordudan kaynaklanan meşruiyet dışı eylemlere ve hak ihlallerine karşı göstermiyor. Birinci durumda yer yer şahinleştiğini bildiğimiz medya, ikinci durumda bir güvercin haline geliyor.
Ben, medyada Susurluk karşısında alınan eleştirel pozisyonun Ergenekon konusunda alınmamasını, alınamamasını böyle bir analizden yola çıkarak açıklayabiliyorum…
Susurluk, hiç değilse başlangıçtaki haliyle ordunun bulaşmadığı, özel kuvvetlerle sınırlı bir çeteleşme olarak algılandığı için merkez medyada sert bir “hesap sorma” kampanyası açılabildi. Oysa Ergenekon öyle değil… Ergenekon, içinde askerlerin de olduğu bir “suç örgütü davası”… Öyle olmasaydı, sadece polisleri ve devlet içinden sivil bürokratları kapsayan bir “suç örgütü davası” olsaydı, durum çok farklı olacaktı. Böyle bir durumda medya, davaya çok daha büyük bir iştahla sarılacaktı.
Sorunuzun ikinci kısmına gelirsek… Doğru, Susurluk’ta çetelerin ortaya çıkarılması hususunda daha büyük bir konsensüs olmasına rağmen dava daha çabuk kapatılabildi… Yine, Ergenekon konusunda kamuoyu bölünmüş olsa ve davayı berhava etmek için yoğun bir çaba sürüyor olsa da, Ergenekon, Susurluk’un gittiği noktadan daha derinlere gidiyor…
Susurluk’tan başlayalım: İşaret ettiğiniz konsensüs, başlangıçta, “sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” günlerinde vardı. Fakat sonra, askerlerin darbe iştahının kabarmasıyla birlikte bu tepkiler “irticaya karşı laik direniş”e dönüştürülmeye çalışıldı ve bunda da önemli ölçüde başarıya ulaşıldı.
Bu çabayı en iyi Cumhuriyet gazetesinin her 25 Ocak’ta (Uğur Mumcu 24 Ocak 1993’te öldürülmüştü) hazırladığı “Uğur Mumcu’yu anma” sayfalarındaki değişimi izleyerek görebiliriz.
Gazete, ilk yıldönümünden (1994) Susurluk günlerine kadar katliamı “irtica”ya fatura ederken, 1996’dan itibaren “devlet içindeki karanlık odaklar”a dikkat çekmeye başladı… Fakat ne zaman ki 28 Şubat müdahalesinin ihtiyaçları doğrultusunda “irtica korkusu”nu yeniden alevlendirmek gerekti, Mumcu’yu anma sayfalarında yeniden “irticanın işi” imaları görülmeye başladı.
Susurluk, böyle böyle kapatıldı… Tabii, bunda konjonktürün ve siyasetçilerin derin devlet ilişkilerini deşifre etmedeki isteksizliklerinin de rolü vardı.
Ergenekon soruşturması ve davası ise uluslararası koşullarla iç koşulların bir noktada buluşması sayesinde daha derinlere nüfuz edebiliyor.
Sorunuzu medyanın Susurluk ve Ergenekon dönemlerindeki pozisyonu çerçevesinde de ele almamız gerekir.
Susurluk döneminde medya neredeyse yekpare bir bloktu (“kartel medyası” günleri) ve bu blok esasen “devlet”in arzuları doğrultusunda hareket ediyordu. O günlerde devlet “irtica” fişeğini attığında medya “Susurluk karanlığı”nı unutup onun altında toplandı; Susurluk’un daha da derinlere inmemesinde medya da büyük bir rol oynadı.
Ergenekon dönemini ise, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesinden sonra ortaya çıkmaya başlayan ve davadan yana tavır alan yeni bir medya blokuyla birlikte idrak ediyoruz. Bu medyanın hükümetle ilişkilerinin sorunlu olduğu muhakkak; fakat konumuzun dışındaki bu ilişkiyi bir kenara bırakırsak, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Bu medya bloku ve tabii ki her iki blokun dışında bağımsız bir çizgi izleyen Taraf olmasıydı, kamuoyunun Ergenekon algısı bugünkünden çok farklı olabilirdi. Belki de, Ergenekon süreci tümüyle ortadan kaldırılabilirdi.
Özetle: Ergenekon’un Susurluk’tan daha derine gitmesinde medyadaki değişim (de) önemli bir rol oynadı.
Özellikle Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmaları basın özgürlüğü bağlamında çok tartışıldı. Basın gerçekten özgür olabilir mi?
Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmaları üzerinden yürütülen basın özgürlüğü kampanyalarında bir samimiyet sorununun olduğu muhakkak… Bütün ömürlerini “Türkiye cezaevlerinde gazeteci olmadığını, onların terörist olduğunu” anlatmakla geçiren kimi “duayen” gazeteciler, Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu’nun düzenlediği basın özgürlüğü yürüyüşlerinin ön sıralarındaydılar; ötesi var mı?
Bu yürüyüşler, toplumun bazı kesimlerini ve onların siyasi-toplumsal temsilcilerini düşmanlaştırma amacı doğrultusunda araçsallaştırılabildiği için bu kadar rağbet gördüler.
Sosyalist basını da Ergenekon konusundaki tutumundan dolayı eleştiriyorsunuz. Sizce sol basının Ergenekon’a yönelik bu tutumunun altında yatan düşünsel altyapı nedir?
Sosyalist basının bir kısmını diyelim… Evet, eleştiriyorum, çünkü onlara göre Ergenekon, “emekçilerin bağımsız siyasi eylemi”nin kapsama alanı dışında kalmaktadır ve dolayısıyla kimin kimi “yediği” kendilerini ilgilendirmemektedir. Bu tavrı siyaseten “alıkça” bulduğum gibi ahlaken de eleştiriyorum… Bir yanda siyasete “demokratik meşruiyet”in dışından müdahalelerde bulunan, amaçları doğrultusunda ülkeyi gerektiğinde kan gölüne çevirmekten çekinmeyecek birtakım silahlılar, çeteler var, öbür tarafta da şaibesiz seçimlerle iktidara gelmiş ve yeni bir seçimde geldikleri yerlere gönderebileceğimiz sivil siyasetçiler var… Bu karşıtlığa bakıp da, orada biribirlerini yemelerinde fayda görülen iki “emekçi düşmanı siyasi güç” görülüyorsa, burada ahlaki bir sorun (da) var demektir.
Ben, sol’un bu tavrının altında, laikliği, kendini var eden en temel değerleri geri plana atmak pahasına birincil mücadele alanı olarak benimsemesinin yattığı kanaatindeyim. Türkiye gibi bir ülkede laiklik demek devlet demektir. Böyle bir ülkede laikliği hem de devletin anladığı anlamda benimserseniz, er veya geç devletin siyasi çizgisine yaklaşırsınız.
En büyük toplumsal düşmanınız “dini gericilik”, en büyük siyasi düşmanınız “dini gericilik”in etkisi altındaki toplumsal kesimlerin siyasi temsilcileri olursa, er veya geç onlara karşı mücadelenin asıl sahibi olan devletin siyasi çizgisine yaklaşırsınız.
Bence sol’un Ergenekon karşısındaki akledilmesi çok zor pozisyonu, işte böyle bir düşünsel anomaliden kaynaklanıyor.
Medya gerçekten ‘sivil siyasete müdahale edebilecek’ kadar güçlü mü? Bu gücün sınırları ne kadar?
Günümüzde, yukarıda anlattığım gibi -her iki kanadı da sorunlu olsa da- medyada belirgin bir denge oluşmuş durumda.
Eski günler için konuşursak, bir ara bu konu üzerinde çok düşünmüş, örnekleri incelemiş ve şu sonuca varmıştım: Medya seçimleri etkileyemiyor, fakat “demokratik meşruiyet” dışındaki güçlerin arzuları doğrultusunda toplumu korkutarak alıklaştırma ve bir şeylere hazır kıvama getirme hususunda hayli etkili olabiliyor.
Ergenekon zihniyeti ve Ergenekon örgütü ayrımı yapıyorsunuz ve teşkilat zayıfladıkça toplum içindeki Ergenekon zihniyetinin güçlendiğini söylüyorsunuz. Bunu somutlayabilir misiniz? Zihniyetin güçlendiğinin işaretleri nelerdir?
Geçtiğimiz ay Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi ile Metropoll’ün ortak bir çalışması yayımlandı. Araştırma sonuçlarına göre, Türkiye’de “Bazı durumlarda ordunun darbe yapıp yönetime ely koymasını onaylar mısınız” sorusunu “onaylarım” diye cevaplayanların oranı yüzde 39 çıktı.
Araştırmanın yorumcuları (Fuat Keyman ve Özge Kemahlıoğlu) bu yüzde 39’un hangi kesimlerden oluştuğu konusunda herhangi bir değerlendirme yapmamışlar, fakat bunların ağırlıklı olarak görünüşleri modern, zihniyetleri otoriter kentli, okumuş yazmış orta sınıflardan oluştuğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yine, bu yüzde 39’un ağırlıklı bölümünün Ergenekon sürecinin kesilmesinden mutluluk duyacak kişilerden oluştuğunu güvenle öne sürebiliriz.
Ergenekon’un teşkilat gücü 2007’den bu yana sürdürülen soruşturma ve davalarla önemli ölçüde zayıflatıldı. Fakat, bu araştırma sonucunun da gösterdiği gibi Ergenekoncu zihniyet, toplum içinde saçaklanarak yaygınlaşıyor.
Evet, son derece paradoksal görünse de ben bu iki sürecin paralel biçimde gelişmekte olduğunu düşünüyorum.
Bana öyle geliyor ki, bütün mesele Ergenekoncu zihniyetin ve ona bağlı olarak Ergenekoncu mücadele pratiğinin toplumun belirli kesimlerinde hakiki bir etki yaratabilmiş olmasında yatıyor. Ergenekoncu mücadele pratiği, toplumun belirli kesimlerini ve onların siyasi temsilcilerini düşmanlaştırma ve o korku üzerinden toplumun olabilecek en geniş kesimlerini kendi saflarına çekme pratiğidir.
Ergenekonculuk, son 10-15 yılda bu çabasında önemli başarılar elde etti. Şimdi artık, “iktidardaki düşman”ı imha etsin de hangi yöntemle ederse etsin diyen bir toplumsal kesim var. Bu kesim, “düşman”ı imha kapasitesine ve yeteneğine sahip olan yegâne güç (ordu ve öbür Ergenekoncu güçler) dava ve soruşturmalarla zayıfladıkça, umutsuzlukla o gücün zihniyetine daha fazla sarılıyor. Çünkü o gücün gücünü tamamen kaybetmesinden ve böylece kendi “kurtuluş” umutlarının da tamamen ortadan kalkmasından korkuyorlar.
Ergenekon’un taktiklerini zaman zaman değiştirdiğini söylüyorsunuz. Sizce şu anda Ergenekon nasıl bir taktik izliyor? Silahları gömdü mü gerçekten?
Ergenekon’un salt bir suç örgütü olmadığını, her şeyden önce siyasi hedefleri olan karmaşık bir yapılanma olduğunu unutmamalıyız. Böyle bir yapılanmanın, amacı doğrultusunda şiddet eylemlerinin yanı sıra siyasi araçları da kullanması kadar doğal ne olabilir?
Son dönemlerde, Ergenekon’un Cumhuriyet Halk Partisi içine nüfuz etmeye yönelik çabası kafalarda bazı sorulara yol açtı. Acaba bu gelişme Ergenekon’un “silah bıraktığını”, iddialarından vazgeçtiğini ve CHP içinde “demokratik siyaset” yapmaya karar verdiğini mi gösteriyordu?
Ben, CHP içindeki faaliyeti, Ergenekon’un kullanmaktan hiçbir zaman vazgeçmediği “siyasi faaliyet”in günümüze uyarlanmış yeni bir veçhesi olarak görüyorum. Ergenekon’un şiddet kullanma yeteneğinin önemli ölçüde geriletildiği günümüzde böyle bir tercih zorunluluktan kaynaklanmaktadır ve eşyanın tabiatı gereğidir. Gayri meşru örgütlenmeler, kendileri açısından zor dönemlerde hep böyle davranırlar, faaliyetlerini legal-meşru çatıların altına taşırlar.
Fakat Ergenekon, şiddet kullanma yeteneğini önemli ölçüde koruduğu dönemde dahi “demokratik siyaset”ten faydalanmasını bilen bir yapılanma oldu; 2007’deki Cumhuriyet Mitingleri’ni, bu söylediğimi doğrulayan bir faaliyet alanı olarak gösterebilirim.
Ergenekon zihniyeti ve teşkilatına karşı nasıl bir mücadele önerirsiniz?
Teşkilata karşı mücadelenin yolu belli; yasal mücadele, soruşturmalar ve davalar… Bu çerçevede söyleyecek fazla bir sözüm yok.
Zihniyet meselesine gelince… Burada elbette soruşturmalara ve davalara yer yok. Burada ancak uzun soluklu bir fikrî mücadeleyle sonuç alabiliriz.
Yeri gelmişken, Ergenekoncu zihniyetin geniş orta sınıflardaki yansımalarına karşı yürütülmesi gereken fikrî mücadelede yaşandığını düşündüğüm bir zaafa işaret etmek isterim.
Ergenekon meselesini samimi olarak önemseyen çevreler, Ergenekoncu zihniyetin devlet, ordu, yargı, CHP, MHP içindeki yansımalarını topa tutarken, iş toplumdaki yansımalarına gelince frene basıyorlar. Mesela şu yüzde “39 meselesi”ndeki sessizliğe bakıp da böyle düşünmemek mümkün değil.
Şöyle bir sezgim var: Ergenekon’u önemseyen ve onunla mücadele eden demokrat, liberal, solcu çevreler adına söz alanlar, kendi doğal çevreleri de o “yüzde 39” içinde yer aldığı için, eleştirinin oraya yönelmesinin gerektiği durumlarda frene basıyorlar. Çünkü, diyelim bu çerçevede bir televizyon konuşması yaptıklarında, stüdyodan ayrılıp arkadaşlarının, akrabalarının arasına karıştıklarında topa tutulacaklar.
Ergenekoncu zihniyete karşı mücadelede benim iki de somut önerim var: Okullarda, müfredata “demokratik zihniyet”i besleyecek ilaveler yapılmalı, demokratik sisteme yapılmış gayri meşru müdahalelerin hangi sonuçları doğurduğu dünya ve Türkiye örnekleri üzerinden işlenmelidir.
İkinci olarak da askeri okullardaki müfredat mutlaka değiştirilmelidir. Çünkü biliyoruz ki orada askerler “vatanın sahibi biziz ve sadece biziz” duygusuyla yetiştiriliyorlar.