Tolga Tüzün
Wittgenstein, Kültür ve Değerler isimli aforizmalar toplamasının bir yerinde şöyle der: “Bir insan kilitli olmayan, ama içeri doğru açılan bir kapıyı sürekli itiyor ve çekmek aklına gelmiyorsa, o odada hapistir.”
Günümüzde içinde yaşadığımız küreselleşmiş, yaygın ve etkin kapitalist toplum içinde işleyen ideolojik mekanizmaları teşhis için uygun bir hareket noktası. Bu cümledeki özgürlüğün yadsınması olarak hapislik mefhumu, egemen sınıfa ait ideolojinin aşağıdan yukarı, birey tarafından nasıl uygulamaya koyulduğuna, nasıl üretildiğine ve nasıl duyumlandığına dair bir çerçeve çizer.
Bu ideolojik denetimin sürekliliği ve yönelimliliği bu yapıyı kuran iki ana unsur olarak karşımıza çıkıyor. Böylesi bireysel bir eylemin belli bir vektörel (yöneysel) alanda tanımlı olması, bu şekilde kurgulanması ve tekrar/süreklilik örüntüsü sayesinde kendi üzerine kapanması, toplumsal alandaki belli öbeklerin düşünce örüntülerinin o alandaki bireyler tarafından söylemsel bir momentumu yaratmasıyla parallelikler taşır.
Açık Radyo’da 3 ocak 2011’de yayınlanan Açık Gazete programında Ali Bilge’nin hatırlattığı gibi, 1998’de dönemin Adalet Bakanı Oltan Sungurlu’nun hazırlattığı gizli genelgeyle, yargı ve infaz personeline yönelik hizmet içi eğitim çalışmaları başlatılmıştı. Kullanılması teşvik edilen “Tek işi bölücü fikir üretmek olanlar fikir suçlusu sayılamazlar”, “Birlik, beraberlik, kardeşlik ve Türklük ruhu esastır” gibi temalar ve kullanılması sakıncalı olan “devrim, kirli savaş, özgürlük, halkların özgürlüğü, işçi bayramı, federe devlet, etnik yapı, emeğin sömürülmesi, emekçi hakkı, herkese eşit iş eşit kazanç, halkların kardeşliği, işçi sınıfı, memur kesimi, çiftçi kesimi, sağcı, solcu” gibi temaları da kapsayan bu çalışmanın çerçevesinin eğitim olarak adlandırılması tam da içinde bulunduğumuz ve kapısını açamadığımız odayı kuran yapıtaşlarından biridir.
28 Şubat darbesi sonrası kurulan askeri vesayet rejiminin fütursuzluğunun ürünü olan bu genelge sayesinde, fikirlerin egemen kılınma sürecinde hakim olanlarla, bu sürecin ana payandaları olan Cumhuriyet Başsavcılıkları, o zamanın DGM Başsavcılıkları ve Bölge İdare Mahkemesi Başkanlıkları’nın arasındaki organik ve hiyerarşik bağlantı net olarak gözler önüne serilmiştir. “Türkiye’de başka halklar olduğu, bu halkların kendi dil ve kültürünü yaşatması gerektiği gibi düşünceler” yargı için sakıncalı sayılmış ve bu durumun televizyon ve gazetelerdeki yansımaları kaçınılmaz olarak bir çığ gibi büyümüş ve yukarıda bahsedilen söylemsel momentum bugün izlerini Hrant’a açılan davalarda, Kürt halkının temsilcilerine açılan davalarda hâlâ görebildiğimiz bir boyut kazanmıştır.
İterek açmak
Bu türden bağlantıların tekinsizliğini, 1997 yapımı “Wag the Dog” adlı filmde Başkanın seks skandalını örtbas etmek için işe alınan Hollywood yapımcısı ile onu işe alanlar arasındaki ilk sahnelerde görebiliriz. Yapımcı, iş teklifini getirenlerin telefonuyla canlı yayında Beyaz Saray sözcüsüne istediğini söyletebileceğini gördüğü an, işi kabul etmeye ikna olmaya başlar. Ürkütücü bir sahnedir: Kan yoktur, silah yoktur, kimse örselenmez, ama bir anlığına odanın duvarlarını görür, ürperirsiniz.
“Çekilerek açılan kapıyı sürekli iterek açmaya çalışmak” kavramsal bir aktarma olarak kapalı bir alandan çıkma isteğinin olması; ama bu isteğin nesnel bir yöntemle yadsınarak (çekmek yerine itmek) ulaşılamayacak bir arzuya transferi şeklinde iki aşamalı bir psikozu gerçekleştirir. Çıkmak isteği, yani öznenin dışadönük (extrovertive) hareketi, özne ile dışarısı arasındaki nesnel engeli tam tersi bir hareketle, içedönük bir hareketle açmak arzusu sayesinde engellenir. İdeoloji tam da bu karşıtlığın kurulduğu ve etkili bir şekilde uygulandığı alandır. Özne nesneye kendi arzusunun karşıtı bir fiziksel kuvvet uygulamak suretiyle kendi arzusunu ilk elden yadsır.
Özgürlük Etiği
“Bir arzunun sabit fikir haline gelip gelmemesi, yani üzerimizdeki dışlayıcı/yegâne güç halini alıp almaması, maddi koşulların o arzunun hem normal yollardan tatminine, hem de bir arzular bütünlüğünün gelişimine izin verip vermediğine bağlıdır. Bir arzular bütünlüğünün gelişimi de, içinde yaşadığımız koşulların çok yönlü etkinliğe ve böylece bütün potansiyellerimizin tam olarak gelişimine izin verip vermediğine bağlıdır” der Marx Alman İdeolojisi’nde. Marx’ın özgürlük tanımı bütün sosyalist düşünce içinde ayrıcalıklı bir yere sahiptir, çünkü diğer devrimci, kurtuluşçu ya da liberal akımlar sabit, indirgenmiş, negatif ve soyut bir özgürlük tanımından yola çıkar. Oysa Marx için ve bugünkü marksistler için, önemli olan somut koşullardan yola çıkarak tanımlanan bir özgürlük mücadelesidir. Bu özgürlükleri yadsıyan —bugün küresel kapitalist, yarın kim bilir ne—üretim biçimlerini değiştirecek işçi sınıfının kitlesel hareketiyle, bir devrimle önemli bir etabın tamamlanması özgürlük mücadelesinin varış noktası değildir. Eline yeter gücü geçiren herkes baskıcı egemenleri ve ilgili üretim biçimlerini alaşağı edebilir. Ancak sosyalist bir özgürlük bilincine sahip olan bir kitlesel özyönetim, bu üretim biçimlerinin ve ilgili ideolojik kurumlarının tekrar hortlamasının önünü alabilir.
“Sınıfları ve uzlaşmaz sınıf çelişkileriyle birlikte eski burjuva toplumunun yerini, tek tek kişilerin özgür gelişiminin herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir birlik alacaktır.” (Komünist Manifesto) Böyle bir özgürlük bilinci, toplumsal, kolektif, pozitif ve en önemlisi içinden çıkageldiği bütün sınıfsal özgürlük söylemini aşkınlayan bir özgürlük mefhumuna dayanır. George Brenkert’dan alıntılayacak olursak, Marx için özgürlük mefhumu “bir insanın öteki insanlarla komünal ilişkiler içinde kişinin özneleştirimini (self-objectification) oluşturan arzu, yetenek ve becerilerinin somut toplamını belirleyecek şekilde yaşamasıdır.” Bu normatif bir etik pozisyondur, soyut bir önkoşuldur.
Sosyalist olarak sahip olduğumuz böylesi bir özgürlük etiğini sürekli olarak gündelik hayatın somut koşulları içinde üretmek, sorgulamak ve güncellemekle yükümlüyüz. Bu sebeple, içinde yaşadığımız kapitalist toplumda her türlü özgürlük mücadelesinde yer almak ve “tek tek kişilerin özgür gelişiminin herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu” özgürleştirici ve radikal bir pozisyonu teşhis etmek, mücadele etmek ve bunu yaygınlaştırmak bir tercih değil, ahlakî bir sorumluluktur. Kürt halkının anadilde eğim hakkı için, KCK tutuklularının serbest bırakılması için, başörtüsü yasağının son bulması için, zorunlu din derslerinin kaldırılması için, eşcinsellerin haklarının tanınması için, cinsiyetçi ayrımcılığın sona ermesi için, polis terörünün son bulması için mücadele etmek ve özgürlük istemek, egemen kemalist-kapitalist sınıfın ideolojisinin yarattığı ruh halinin sarsılmasını ve sıradan insanlar olarak özgürlük taleplerimizi ilk elden yadsımak yerine herkesin özgürlüğü için dil, din, cins, ırk ayrımı gözetmeksizin daha fazlasını talep etmemizi sağlayacak yepyeni bir ruh hali yaratır. Bir sosyalist bu yüzden özgürlük ister.