Ferda Keskin
Modern anlamda devletin özgürlükçü olabileceğini düşünmek her şeyden önce özgürlüğü yasanın ipoteği altına almak anlamına gelir.
Devlet iktidarının ifade aracı ve uygulanmasındaki merkezî merci olan yasa, çizdiği sınırlarla bireysel ya da toplumsal olarak engellenmeden hareket etmeyi mümkün kılan alanlar açsa ve hatta bu alanları olabildiğince genişletmeyi hedeflese de özgürlük nihaî olarak sınırlar tarafından tanımlanmış ve belirlenmiş olacaktır.
Bireyi bireyle ya da bireyi toplumla aynı anda hem karşı karşıya getiren hem de ayıran bu sınırların işlevi, birbirine rakip ve tehdit olarak tahayyül ettiği tarafların kolektif varoluşunu yasal olarak düzenlemektir.
Böyle bir modelin yaptığı şey, özgürlüğü bir taraftan ekonomizme kurban ederken, diğer taraftan da ekonomik farklılık ve koşullardan soyutlamak ve hukukî bir biçime indirgemektir; tıpkı modernitenin insan eylemine dair başka birçok sorunda akıl yürütürken yaptığı gibi…
Devletin misyonu da, konturları ister rıza ve mutabakatla, isterse de elit öncüler ya da silahlı ve/veya apoletli zorbalar tarafından çizilmiş olsun, bu biçimi mahkemeden başlayıp hapishaneye kadar uzanan bir dizi kurumla muhafaza ve müdafaa etmektir.
‘Makbul Yurttaş’
Kuşkusuz, belirli bir “makbul yurttaş” modelinden hareketle toplumsal ya da siyasî olarak örgütlenmenin, anadilde eğitim görme ya da savunma yapmanın, başörtüsü takarak kamusal alana girmenin, ibadetini istediği mekânda ve şekilde gerçekleştirmenin ya da farklı cinsel tercihlerin Türkiye’de olduğu gibi kimi zaman devlet kurumları kimi zaman da devlete yaslanan “sivil” aktörler tarafından çeşitli kısıtlama, zorlama ya da şiddet biçimleriyle engellendiği durumlarda hiçbir özgürlükten söz edilemez.
Ama bu engellerin azaltılması ya da kaldırılması ve hareket alanlarının genişlemesi kendi başına özgürlük getirmez, çünkü özgürlük sınırları üzerine kafa yorulması gereken bir biçim değil, hem tekil hem de kolektif olarak olabildiğince zenginleştirilmesi gereken bir eylem pratiğidir.
İnsanda tarihle birlikte evrilmesi ve çoğalması kaçınılmaz bir potansiyel olan bu zenginliği arayan bir pratiğin amacı da ister istemez devletin ve yasanın evrensellik, zorunluluk ve benzeri kisveler altında dayattığı sınırları zorlamak ve mümkün olduğu yerde aşmak olacaktır.
Elbette sadece yasanın dayattığı formel sınırları değil; devlet eliyle kurulan ya da bir şekilde izin verilen kültürel pratiklerin, o pratikleri koşullandıran kimliklerin ve kimlikleri tanımlayan aidiyet koşullarında gizli normların içimize işlemiş sinsi sınırlarını da.
‘Zor ve Rıza’
Unutmamak gerekir ki devletin iktidar uygulamasındaki en önemli araç sadece yasanın ehliyet verdiği zorlama ve baskı mekanizmaları değil, aynı zamanda yasaya sızmış normların kitlesel olarak kabul görmesi ve bireysel olarak içselleştirilmesidir.
Ama her şeyden önemlisi, özgürlük mücadelesi ve pratiğini sadece yasanın çizdiği biçimsel düzlemde ya da kimlik politikalarına özgü toplumsal/kültürel alanda sınırlandırmanın getireceği kısmî körlüğe karşı uyanık kalmak olsa gerek.
Modern devletin kurucusu kapitalizmin meşruiyet iddiasını eşitlik ve özgürlük vaatleri üzerine kurmuş olduğu ve emeğin pazarda serbest dolaşımıyla temellendirilen bu iki soyut vaadin hiçbir zaman somutlaşamadığı, tam tersine eşitsizlik üretmek ve özgürlüğü iptal etmekten başka bir şeye yaramadığı iyi bilinir.
Özgürlükçü devlet?
Dolayısıyla, kapitalizmin dayattığı üretim ve paylaşım koşullarının bugüne kadar insana özgü eylem pratiğini, vahşi bir tüketim kültürü dışında, çeşitlendirmek ve zenginleştirmek için ne yaptığı sorusunu sormadan sürdürülecek bir özgürlük tartışması da yine biçimsel olmaktan öteye gidememe riskiyle karşı karşıyadır.
Yani “Devlet özgürlükçü olabilir mi?” sorusuna cevap ararken, üretim ilişkilerini düşünmeden toplumsal ve siyasal olanı düşünme tuzağına düşmemek ve işe modern devlet iktidarı ile kapitalizm arasındaki göbek bağından başlamak gerekiyor.