Joseph Choonara
Ekonominin durumu, seçimlerden sonra da İngiltere’deki politik yaşamı şekillendirmeye devam ediyor, egemenlerin manevra alanını daraltıyor ve onları bir dizi saldırıda bulunmaya zorluyor. Ayrıca, aynı zamanda işçilerin örgütlenmek ve direnmek zorunda kalacakları zemini de yaratmış olacak. Dolayısıyla, sisteme ilişkin olasılıklar, ona meydan okumak isteyenler için büyük önem taşıyor. Neredeyse üç yıllık bir kargaşa döneminin ardından, önümüzdeki olasılıklar nelerdir?
Krizin ortaya çıkan korkunç sonuçlarını kendimize hatırlatmakta fayda var. Kriz sırasındaki kayıp üretim ve üretilmeyen mal ve hizmetin 4 trilyon dolar olduğu tahmin ediliyor. Bu miktar, aynı zamanda, temel eğitim, sağlık, sağlık tesisi ve beslenme gibi temel ihtiyaçlardan şu anda yoksun olan herkesin, bu ihtiyaçlarını, şimdi ve gelecek 30 yılda karşılamaya yeter. İngiltere Merkez Bankası’nın malî istikrar bölümünden sorumlu yöneticisi Andrew Haldane’e göre, bu krizin uzun dönemli sürekli etkisi, bu kayıpları 60 trilyon ile 200 trilyon dolar arası bir düzeye kadar çıkarabilir.
Sosyalizmin en eski ve en güçlü argümanlarından birisi, kolektif insan emeğinin, bu emeği yaratanların hayatını zenginleştirme kapasitesi ve gerçekte yarattığı zenginlik arasındaki uyumsuzluktur. Ulusları büyük ölçüde hırpalayan, milyonlara açlıkla işkence çektiren ve aynı anda hem istikrarsızlık hem de direniş kıvılcımını ateşleyen bu krizin etkilerinin devam edeceğine dair bütün işaretler şimdiden mevcut.
Krizin yeni dönemi
Ekonomist Barry Eichengreen ve Kevin O’Rourke, bir yıl önce, ‘Büyük Durgunluk’un, 1929’da başlayan ‘Büyük Çöküntü’nün yolundan gittiğini gösteren bir çalışma yayınladı. Fakat tarih nadiren kendini tekrar eder. Bu araştırmada son yaptıkları güncellemede, küresel ekonominin başlangıçtaki çöküşten nasıl ayrılmaya başladığını gösterdiler.
Devletlerin, şimdiye kadar görülmemiş düzeyde bir dizi kurtarma paketi, teşvik paketi ve nakit takviyesinden oluşan eylemlerinin amacı 1930’lardakine benzer bir krizi önleyebilmekti. Fakat bu müdahalenin bedeli ağır oldu. Vergi gelirleri düşerken krizle ilgili riskleri toplumsallaştırmak, özel sektörün çökmesi ve nihayetinde bütün ulusun iflas etmesi riskini taşıyor.
Geçtiğimiz bahar aylarında Yunanistan’da yaşananlar bunun en açık örneği. Alman hükümeti, aylarca, borç batağına saplanmış olan Yunanistan ekonomisini kurtarmayacağı konusunda ısrar ettikten sonra, euro bölgesi içerisindeki diğer ülkelerle birlikte ve Uluslararası Para fonu (IMF) ile işbirliği içinde Yunanistan’a yardım etmeye karar verdi. Kurtarma paketi tek başına gelmedi. Bu paketin, zaten yüzde ellisi yoksulluk sınırının altında yaşayan Yunan işçilerine maliyeti, geçmişte birçok Üçüncü Dünya ülkesine zorla kabul ettirilen yapısal uyum programları kadar vahşi bir paketle karşı karşıya kalmak oldu. Bunun karşılığında, IMF ve euro bölgesi yönetimi, Yunanistan’ın, kısa vadede borçlarını yeniden yapılandırabilmesini garanti altına aldı. Bu bile kaçınılmaz olanı yalnızca erteleyebilir, çünkü piyasalar Yunanistan’ın borcunu ne zaman ödeyebileceği konusunda bahse girmeye başladılar bile.
Fakat Yunanistan’ın iflası önlemiş olması bütün sorunların hallolduğu anlamına gelmiyor. 2008 bahar aylarında Wall Street’de yaşanan krizin ilk kurbanlarından birisi olan Bear Stearns’e önerilen kurtarma planını bazı ekonomi yazarları çok beğenmişti. Şu anda çok az sayıda insan Bear Stearns’ü hatırlıyor, fakat pek çoğu onun ardından iflas eden Wall Street bankası Lehman Brothers’ı ve bu olayın ardından yaşanan çöküşü çok iyi hatırlıyor. Spekülatörler, Yunanistan’ı takip edecek çöküş zincirinin nerede yaşanacağını şimdiden bulmaya çalışıyorlar. Bu, örneğin Portekiz gibi diğer zayıf euro bölgesi ülkelerinden biri olabilir, ama pekâlâ İngiltere de olabilir.
Guardian’ın ekonomi editorü Larry Elliot’un yazdığı gibi, “Yunanistan’ın 2010’daki tahmini bütçe açığı, ABD, İrlanda ve tabii ki İngiltere’den daha az. Borçlarını uzun vadede ödeme şansı İngiltere’nin işini kolaylaştırıyor ve hükümet tahvilleri üzerindeki kısa vadeli baskıyı ortadan kaldırıyor. İngiltere’nin işini kolaylaştıran bir diğer nokta ise dalgalı kur oranları. Bu da İngiliz parasının, bir mali kriz sırasında gerginliği taşıyabilmesini sağlıyor. Diğer yandan ise, bilanço dışı pek çok borç, rekor bir barış zamanı bütçe açığı, işlevsiz bir finansal sistem ve tuhaf bir şekilde dengesiz bir ekonomi var.
“Varsayım şu; ABD batamayacak kadar büyük bir ülke, çünkü dünyanın rezerv para birimi dolardır… Varsayım şu; Japonya batamayacak kadar büyük bir ülke, çünkü borcun GSYİH’ya oranının yüzde 200’den fazla olması her zaman yurt içi tasarruf ile finanse edilebilir. Varsayım şu; İngiltere batamayacak kadar büyük bir ülke, çünkü böyle şeyler burada olmaz.”
Elliott’un da söylediği gibi, tüm bunlar inandırıcılıktan çok uzak.
Toparlanmanın zayıflığı
Tüm bunlar, büyük ekonomilerin teknik olarak durgunluğun dışında olduğu gerçeğine rağmen oluyor. Toparlanma üç kelime ile özetlenebilir: “zayıf”, “kırılgan” ve “belirsiz”. Bu zayıf bir toparlanma, çünkü kriz, tüm şiddetine rağmen, kapitalizmin karşı karşıya olduğu sorunları çözmedi.
Kriz koşulları, otuz yıldan beri var olmaya devam eden düşük kâr oranları sonucunda ortaya çıktı. Sıklıkla Marksist yorumcular tarafından öne sürülen bu iddia, giderek ana akım medayada da taraftar bulmaya başladı. Yakın zamanda Financial Times’da yayınlanan bir makale, Karl Marx’ın “kâr oranı”na denk düşen “sermaye getirisi”nin çöküşü için feryad ediyordu. Makaleye göre, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, bu getirinin yaklaşık yüzde 15’i ABD’de üretiliyordu. 1980’lerde bu oran yüzde 10’a düştü ve bugün bu oran sadece yüzde 5. Eğer bu rakamlar güvenilir ise, bu sistem, ABD firmalarının yatırımlarını altı yıl içinde ikiye katladıkları bir durumdan, şu anda ancak yirmi yılda ikiye katladıkları bir duruma geçti demektir. Küresel kapitalizmin dinamizmi için hiç de iyi bir örnek değil doğrusu.
Marks, kriz teorisinde kâr oranlarında uzun vadeli bir düşüşten bahseder. Ayrıca, kârlılığın krizin kendisi tarafından da onarılabileceğini iddia eder ve bunu ‘sermayenin büyük kısmının imhası’ olarak adlandırır. Durgunluk sırasında bazı firmalar başarısız olurlar ve rakipleri tarafından satın alınırlar ve bazıları parçalanmak zorunda kalır ya da karşı karşıya oldukları yükümlülükleri yerine getirebilmek için stoklarını boşaltırlar. Ayakta kalmayı başaran firmalar bu durumun yarattığı avantajı kullanabilirler, değerinin çok altında alımlar yapabilirler ve krizin ardından gelen toparlanma döneminde bunları çok yüksek kârlarla satabilirler. Düşük ücretler ve yüksek işsizlik oranı kapitalistlerin işçileri daha fazla sömürmesine olanak tanır. “Yaratıcı yıkım” süreci, çöküntünün ardından bir patlamaya yol açabilir.
Fakat bu, ekonomiyi tekrar doğal bir dengeye geri döndüren otomatik bir süreç değildir. 1930’lu yıllardaki uzun çöküş döneminin yarattığı dehşet ve İkinci Dünya Savaşı’nın neden olduğu yıkımın ardından, ekonomi yeniden canlanmaya başlamıştı. Bu süreç, aynı zamanda devletleri, tüm ulusal ekonomilerini yeniden örgütlemeye zorladı.
Bugünkü kriz, şirketlerin iflaslarında bir dalgalanmaya neden oluyor. ABD’de, 2008 ve 2009 yılında iflas etmiş olan halka açık şirketlerin aktif değerleri, önceki 28 yıldaki toplamdan daha fazlaydı. Fakat şu anki kriz, şimdiye kadar, sistemi bütünüyle temizleyecek ve 1950’lerde ve 1960’larda yaşandığı türden bir ekonomik patlamaya götürecek kadar uzun ya da derin değildi. Bazı çok uluslu şirketler fırtınanın dışında kalmak için, üretimlerini azaltarak hayatta kaldılar. Daha önemlisi, devletler işlerin yürümeye devam etmesi için, örneğin araba üreticileri Chrysler ve General Motors’u kurtararak ve bankacılık sistemine büyük miktarlarda paralar akıtarak müdahalede bulundular.
Eichengreen ve O’Rourke, Büyük Durgunluk’un uzunluğunu Büyük Çöküş ile karşılaştırıyorlar: “Şu anda küresel sanayi üretiminin toparlandığına dair net işaretler var. Bu, Büyük Çöküş döneminde yaşanandan farklı bir durum. O dönemde, sanayi üretimindeki düşüş tam olarak üç yıl boyunca aralıksız devam etmişti.” Çelişkili gibi görünse de, feci bir çöküşü engellemek, bu toparlanma zayıf olsa da, sorunların yavaş yavaş ortadan kalkmasını sağlayabilir.
Ayrıca, bu toparlanma pürüzsüz bir toparlanma değil. İlk tahminler, İngiltere’nin büyüme hızının 2010’un ilk çeyreğinde yüzde 0,2 azaldığını söylüyor. ABD daha hızlı büyüyor, ayrıca ihracata daha fazla bağımlı olan ve dünyada ticaretin azalmasından, ilk mali çöküş sırasında olduğundan daha fazla zarar gören Almanya ve Japonya’dan daha hızlı ilerliyor. Çin ihraç mallarına olan talebin azalmasından da zarar görüyor, fakat devlet tarafından teşvik edilen büyük yurt içi yatırımlar sayesinde hızla büyümeye devam ediyor. Bu, Çin’e hammadde sağlayan bazı gelişmekte olan ekonomilerin servetlerini de ayakta tutuyor. Fakat Çin’de bile, ortaya çıkmakta olan emlak balonu, şüpheli alacak seviyesini yükselten borç verme oranı ve sınırlı pazar için çok fazla üretim yapılıyor olması tehlikesinden dolayı, bu büyümenin istikrarlı olmayacağına dair korkular var.
Küresel çapta toparlanmanın zayıf olması, işçilerin zarar görmeye devam edecekleri anlamına geliyor. Bu, ABD, İspanya ve İrlanda’da olduğu gibi bazı ülkelerde yüksek işsizlik oranı ve ücretlere saldırı biçimini alıyor. Almanya ve Japonya gibi, işsizliğin o kadar hızlı yükselmediği başka ülkelerde şirketler çalışanlarını işten çıkarmıyorlar ama haklarından kesintiler yapıyorlar, çalışma saatlerini azaltıyorlar ya da işçilerini yarım zamanlı çalıştırıyorlar. İngiltere bu iki uç örneğin arasında yer alıyor. İngiltere’de, ücretler enflasyon oranının altında tutuluyor ve işsizlik çarpıcı oranda arttı. Nisan ayında işsizlik oranı yüzde 8’e ulaştı, bu, son 14 yıldaki en yüksek işsizlik oranı. Bu rakam, işsiz olup artık iş aramayanları kapsamıyor ve bunların sayısı giderek artıyor. Bu kişiler, çalışabilecek yaşta olanların yüzde 21’ini oluşturuyor. Ayrıca, tam zamanlı iş bulamadığı için yarım zamanlı işte çalışanların oranı 1992’den beri en yüksek seviyede bulunuyor.
İşsizlik ve eksik istihdam, ekonominin kurtarılması durumunda bile devam edecek. Kısa süre önce yayınlanan bir IMF raporu, işsizliğin artacağını ve durgunluk sırasında işsizliği azaltmanın zaman alacağını ve bu gerçeğin önemli bir mali bileşen olduğunu iddia ediyor. Rapora göre, dikkate değer bir gelişmenin yaşanması için, ekonominin toparlanmaya devam ettiğini varsayarsak bile, durgunluğun sona ermesinin ardından bir buçuk yıl geçmesi gerekebilir.
Toparlanmanın zayıflığına eşlik eden bir başka nokta ise kırılganlık. Bu kırılganlık, kapitalizmde son bir kaç on yılda meydana gelen değişimlerin sonucunda ortaya çıktı. Sürekli olarak kârların düşmesiyle karşı karşıya kalan kapitalistler yatırımlarını, kısa vadeli gerçekleşmemiş kâr (defter kârı) elde edebileceklerini düşündükleri mali sisteme kaydırdılar. Emlak fiyatlarının artmasıyla birlikte bu durum, 1990’ların dot.com balonundan tutun da, riskli ipotekli konut finansman sistemi (mortgage) ve emtia balonuna kadar bir dizi balon yarattı ve bu balonlar çöküş zamanı geldiğinde daha da şiştiler.
Bu balonlar, ekonominin dinamizminin devam ettiği izlenimini yarattılar ve sistemi çalıştırmaya devam ettiler. Bu balonların altında yatan, düşük kâr oranları ve kârı artırmayı hedefleyerek yapılan fazla tasarruflarla beslenen “büyük bir kredi balonu”ydu.
Egemen sınıfın en dürüst sözcülerinden olan Financial Times’dan Martin Wolf şöyle diyor: “Çok basitçe, finansal sistem daha büyük ve daha riskli hale geldi. İngiltere’nin durumu oldukça çarpıcı. İngiltere’de, son kırk yılda, bankacılık varlıkları GSYİH’nin yüzde ellisinden yüzde 550’den de fazlasına sıçradı… Finansal sistem büyük ölçüde geliri ve refahı dışarıdan içeriye taşıyan ve ekonominin kırılganlığını artıran bir makine haline gelmiş gibi görünüyor.” Wolf, finansal sistemin “görünürde göz boyayıcı kazançlar ve gerçekte ise acı” ürettiği sonucuna ulaşıyor.
Şu anda ortaya çıkan balon döneminin aşırılıkları çok şaşırtıcı. 2010 Nisan ayında, krizin yükseldiği dönemde ticaretini yapmak üzere gizli finansal araçlar yaratanlara karşı bir dizi davanın açıldığını gördük. Goldman Sachs’a yeniden ambalajlanmış krediler yaratmak suçlamasıyla dava açıldı. Sachs, toksik varlıklar olarak bilinen varlıkları, Paulson hedge fonu için oluşturulan varlığın içine yerleştirerek yeniden piyasaya sürdü. Alıcıların bozguna uğrayacağından emin olarak bu fonun iflas edeceği konusunda bahse girdi. Dolayısıyla, RBS ve AIG de dahil olmak üzere yatırımı sigorta eden şirketler iflas ettiler ve şu anda İngiliz ve ABD hükümetleri bu şirketlerin en büyük hissedarları durumundalar. Goldman Sachs suçlamaları kabul etmiyor, fakat bu dava, giderek daha tuhaf ve şişirilmiş hale gelen finans dünyasına ışık tutuyor.
Bu çöküşün, bazı sol eğilimli ekonomistlerin umduğu gibi finans dünyasını “ehlileştirdiğine” dair çok az kanıt var. Aslında, balon döneminin bütün özellikleri geri dönüyor. Finansal kârlar, daha geniş ekonominin içindeki kârlardan çok daha hızlı büyüyor. Durgunlukla birlikte tepe taklak olan konut piyasası yeniden büyümeye başladı. Petrol fiyatları artıyor. Döviz kurları üzerindeki spekülasyon devam ediyor. Bankacılık ikramiyeleri geri dönüyor. Süper zenginler, Dom Pérignon ve benzeri seçkin şampanya markalarının 2010’un ilk üç ayındaki satışlarında meydana gelen yüzde 33’lük artıştan da anlaşılacağı gibi, alışkın oldukları gösterişli tüketime geri dönüyorlar.
Malileştirme, sistemin bütününde panik arttıkça her yeni sorunun daha da büyümesi anlamına gelir. Yılbaşından hemen önce Dubai’deki emlak sektörünün çöküşünde ve ardından Yunanistan’da yaşanan tam da buydu. Bütün bu borçlanmalar, zaten zayıf olan toparlanma sürecini daha da kırılgan hale getirdi.
Belirsiz bir gelecek
Son olarak, bütün toparlanmalar güvenilmezdir ve gelecekte de güvenilmez olacaktır. Özel borçlanmaların yerini devlet müdahalesi ve kamudan alınan büyük miktarlardaki borç parayla yapılan yatırımlar aldı ve düşen vergi gelirleri harcama yapmayı daha da zorlaştırdı. Şu anda bütün hükümetler her yerde bir ikilem ile karşı karşıyalar. Destek paketlerinin geri çekilmesiyle “iki kat daha derin bir durgunluk” riski pahasına borçlarını ödemek için kesintiye mi gidecekler? Yoksa euro bölgesi, Yunanistan başarısızlığından dolayı korkarken harcama yapmaya ve para birimleri üzerinde risk almaya devam mı edecek?
Chris Giles, Financial Times’da şöyle yazıyor, “Hiçbir İngiliz hükümeti, barış zamanında, geçen sene İşçi Partisi hükümetinin aldığı kadar çok borç almamıştı ve hükümet bu yıl ulusal gelirin yüzde 11,8’i kadar zarar etti. Hiçbir hükümet harcadığı her dört sterlinin bir sterlinini vergi mükellefleri yerine yatırımcılardan almamıştı. Ve hiçbir hükümet, 2010-2011 döneminde İngiliz hükümetinin yaptığı gibi, her bir hane adına yıllık 6.000 sterlin borç almamıştı. Bu miktarın bir sonraki parlamento döneminde 25.000 sterline çıkması bekleniyor.
İngiltere, kendisini finanse edenlerin güvenlerini tamamen yitirmeyi engellese bile, politik seçkinler kamu sektörüne daha önce hiç olmadığı kadar şiddetli bir şekilde saldırma konusunda çok kararlılar. Giles’in dediği gibi, “Belirlenmiş harcama kesintileri açısından, taraflar 10 milyar sterlin değerinde bir kesinti öngördü – bu rakam, ilk üç yılda yapılması gereken 40 milyar sterlinlik kesintinin çok altında”. Giles, Londra şehrini yatıştırmak için, hükümet tarafından yapılan gerçek harcamanın beşte bir oranında azaltılması gerektiği sonucuna ulaşıyor.
Aynı şekilde, insan kaynakları alanında çalışan profesyonelleri temsil eden bir organizasyon olan Chartered Institute of Personnel and Development, “5,8 milyonluk çekirdek kamu sektörü işgücünün yüzde 10 oranında azaltılacağını…. Yani, önümüzdeki beş yılda 500 bin kişilik işin tasfiye edileceğini (bu rakam, tarafların kabul etmeye hazır oldukları rakamdan çok daha fazla)” öngörüyor.
Sol ne ile karşı karşıya?
Solun karşı karşıya olduğu zorluklar, solu felç edecek düzeyde gibi görünebilir. Fakat şunu hatırlamak önemli ki krizler aynı zamanda bizi yönetenleri zayıflatır ve böler.
Katı gerçekler havada erimeye başladıklarında, kapitalizm, onun altında yaşayan milyonların gözünde güvenilirliğini kaybetmeye başlar. Kriz, egemen sınıf içindeki bölünmüşlüğü artırır. Çünkü egemen sınıfın her bir temsilcisi, rakipleri pahasına kârını korumak için çeşitli yollar bulmaya çalışır ve böylece hepsi birbirine karşı konumlanırlar. Farklı kapitalist gruplar küresel ve ulusal düzeyde çatışmaya başlarlar. Dahası çağımızın ideolojik uzlaşılarında çatlaklar ve solun argümanlarını ileri sürerek kullanabileceği kırılmalar oluşmaya başlar.
Sistemi yönetme iddiasında olan politik seçkinler meşruluklarının arka arkaya uçup gitmesinin cezasını çekiyorlar. Bundan sonra gelecek hükümet, kim olursa olsun zayıf olacak. Yönetmeyi amaçladıkları üzerinde gerçek bir hegemonyaya sahip olamayacak. Fakat benzeri görülmemiş saldırıları gerçekleştirmesi için egemen sınıfın baskısı altında olacak ve bu saldırıları isteyerek ya da kerhen, mutlaka gerçekleştirecek. Bu patlayıcı bir kombinasyon ve bu bağlamda başka mücadeleler, hem bölgesel patlamalar hem de ulusal çatışmalar yaşanacak.
Bu mücadelelerde politika hayati bir öneme sahip olacak. Örneğin, kamu sektöründe çalışanların sayısının azaltılması gerektiği gibi sağduyulu bir görüşü kırmak için, para kazanmak için başka yolların da – örneğin, Trident nükleer programının bütçesini azaltmak ya da gelir vergisi üst oranını artırmak gibi – olduğunu iddia etmek gerekecek. Bu, ana akım politik partilerin gündemine meydan okumak anlamına geliyor. Politika aynı zamanda, kamu hizmetlerini savunmak için yürütülen bölgesel kampanyalar ile bu hizmetleri üreten ve işlerini ve ücretlerini korumak isteyen işçi gruplarının verdiği mücadele arasında köprü görevi görebilir.
Mayıs 2010’da bir konferans düzenleyen Çalışma Hakkı Kampanyası (Right to Work Campaign), her bir mücadeleyi güçlendirerek ve mücadele etmek isteyenler arasında sürekli bir ilişkinin kurulmasını sağlayarak bir dayanışma ve direniş ağı örmeye başladı.
Bu direnişin merkezinde, ayrıca, kendisini kapitalizme sosyalist bir alternatif yaratmaya adamış ve bütün bir işçi sınıfı hareketini ileriye taşımak için tartışan devrimciler çekirdeğine ihtiyacımız var. Önümüzdeki aylarda durum hızla değişebilir. Bu mücadeleyi yükseltmek için, solun olayların akışından geri kalmaması gerekir.