Selim Deringil
İnsanın hayatında öyle olaylar, öyle anlar vardır ki, kişi “İyi ki yapmışım, bugün olsa gene yaparım” der. Bütün hayatım boyunca benim için kıvanç vesilesi olacak nadir olaylardan biri, “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları” başlıklı konferansın Hazırlık Komitesi içinde yer almamdır.
Bu meseleyle ilişkimin bilimsel başlayıp duygusal bir hale geldiğini açıkça ifade edeyim. Bu nedenle, bu yazı bir bilimsel önsöz mahiyetinde değildir. Her bildiriye tek tek değinen, sentezini yapan, bir yerde tüm konferansın sentezini çıkaran bir yazı değildir. Bu takdim yazısını yazma görevine gönüllü olduğumda, bunu konferansın oluşumunun hikâyesini anlatma şeklinde algıladım veya öyle algılamayı seçtim. İddialı bir laf ise bağışlanmayı dilerim, tarihî bir olayın çok kısa tarihini yazmak, bir bakıma tarihe not düşmek benim amacım.
Konferans fikrinin oluşumu
Konferans fikri dostum Halil Berktay’dan çıktı. İlk kez 2004/2005 yılbaşı gecesi bir özel toplantıda ortaya attı, orada bulunanların fikrini aldı. Ne tür bir toplantı olacağı, ana sorunsalın ne olacağı gibi “bilimsel” konular hiç dile getirilmedi. Ancak, her teklif edilende heyecan yarattı. Hazırlık Komitesi’nin ilk toplantısında Akşin Somel böyle bir konferansın bir “vicdanî sorumluluk” olduğunu ilk kez dile getirdi ve bu “vicdanî sorumluluk” konferansı düzenleyenler olarak şiarımız haline geldi.
Murat Belge, Halil Berktay, Selim Deringil, Edhem Eldem, Hakan Erdem, Çağlar Keyder, Cemil Koçak, Nükhet Sirman, Akşin Somel’den oluşan Hazırlık Komitesi olarak kaleme aldığımız 23 Şubat 2005 tarihli davet mektubu şöyleydi: “Ermeni sorununun uluslararası platformdaki ‘çözüm’ünün ne olabileceği çoğumuzun ilgi ve uzmanlık alanına girmediği gibi, İlk Hazırlık Grubu olarak, bu konunun önerdiğimiz konferans gündeminde de yer almasını istemiyoruz. Hatta konferansın, ‘soykırım mıydı, değil miydi’ tartışmasına sürüklenmesini dahi arzulamıyoruz. Öte yandan, asıl çözümün… bu ülkenin, bu toplumun insanlarının kafalarında ve yüreklerinde bir netliğe, bir gerçeklik ve sahicilik duygusuna ulaşmak olacağı kanısındayız…
Bu yeni oluşumun ortak paydası, belki vicdanî bir sorumluluğun idraki olarak ifade edilebilir. Bu yalnız bilimsel gerçek açısından veya dünya vatandaşlığı nezdinde bir sorumluluk değil, aynı zamanda ülkemize, toplumumuza, demokrasimize karşı bir sorumluluktur. Otoriter, hatta totaliter yaklaşımları doğrultusunda “vatanseverliği” kendi tekellerine almak isteyenlere karşı, evet, tam da bir vatanseverlik sorumluluğudur. Körü körüne inkâr ya da “Türk’ün Türk’e propagandası” diye tarif edilebilecek yaklaşımlar kendi yalanlarına hapsolup kalmayı beraberinde getirmiş; bu da politikayı esneklikten yoksun, dolayısıyla güçlü değil zayıf kılmış; ülkeyi yalnızlığa itmiş; hiçbir şey kazandırmadığı gibi çok büyük zarara yol açmıştır. Savunma siperleri kazacağım derken kendini çok derin bir kuyunun dibinde bulan ve şimdi oradan nasıl çıkacağını bilemeyen bir zihniyet darlığına karşı, farklı, eleştirel ve alternatif bir ses yükseltmek, en fazla Türkiye’nin yararına olacaktır.”
İlkelerimiz üzerinde düşünürken, katılımcıların TC vatandaşı olmaları ve konferansın tek dilinin Türkçe olması kararını da aldık. Zira mesele evvel emirde Türkiye’nin meselesiydi ve bizler bir tür kendi evimizi düzene sokma çabasına ihtiyaç duyuyorduk. Tartışmalardan sonra konferansın başlığı kararlaştırıldı.
Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Ayşe Soysal, Sabancı Üniversitesi Rektörü Tosun Terzioğlu ve Bilgi Üniversitesi Rektörü Lale Duruiz konferans önerisini destekledi. Davet çığ gibi büyüyen bir olumlu cevap akınına yol açtı ve ilk bir haftada dört yüzü aşkın olumlu cevap alındı.
Burada, konferans öngörüldüğü şekliyle 25 Mayıs 2005 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılsaydı, rektörlerin açılış konuşmalarından sonra, Hazırlık Komitesi adına benim yapacağım ve hiçbir zaman yapılmayan açılış konuşmasından bir alıntı yapmak isterim:
“Bu konferansın hazırlıklarını yaparken, Hazırlık Komitesi olarak konferansın başlığı konusunda çok düşündük. Şimdiye kadar konunun muhtelif ele alınış şekillerini gözden geçirdik. Şimdiye kadar kullanılan tüm tanımlamalar şöyle ya da böyle yetersiz veya daha da kötüsü, yanlı ve yanıltıcı geldi. “Ermeni Mezalimi”, “Ermeni Sorunu”, “Ermeni iftiraları” gibi, geçmişte bu konuyu tanımlayan kalıp ifadelerin artık iyiden iyiye içi boşalmıştı. Bu nedenle “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları” başlığı konusunda mutabık kaldık. Kısaca bu başlığın benim için neyi ifade ettiğini anlatayım. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş sürecinden bugüne devredilen mirasın en ağırı, Ermenilerle ilgili olandır. Nedenleri ne olursa olsun veya failleri, Müslüman veya Ermeni, kim olursa olsun, netice meydandadır, binlerce yıl bir coğrafyada yaşamış olan bir halk bu coğrafyadan neredeyse tümüyle silinmiştir. Bu silinme sürecinin en yoğun yaşandığı dönem imparatorluğun çöküş dönemi olmuştur. Bu, başlığımızla ilgili birinci saptamamız. Bu konferansın ana temalarını belirlerken bizi yönlendiren ikinci husus da bilimsel vicdanî sorumluluğun dayattığı ahlakî bir tavır almanın zorunluluğuydu. Başlığımızın üçüncü unsuru olan demokrasi unsuru da tam burada devreye giririyor. Burada konuşulacak olanlar sadece Ermeniler, Türkler, Kürtler, Müslümanlar veya gayrimüslimlerle ilgili tarihi meseleler değildir. Geçmişten bahsederken aslında daha aydınlık bir gelecek ümidi besliyoruz. Burada bulunmakla resmî yasakların olmadığı, her şeyin açıkça tartışılıp konuşulduğu, korkunun, nefretin değil, sağduyunun ve en önemlisi bilimsel ahlakın egemen olduğu bir ülkede yaşadığımızı göstermek istiyoruz.”
İlk hazırlıklar ve ilk engelleme
Hazırlık Komitesi’nin çekirdek kadrosu olarak hazırlıklara başladık. En önemli sorunumuz hemen karşımıza çıktı. Katılmak isteyen yüzlerce kişiden hangilerini seçecektik? Basında saldırılar hemen başladı: “tek yanlı” bir konferans yaptığımız, “zaten aynı telden çalan sözde entellektüel” olduğumuz, “soykırımı kabul etmek üzere” bu toplantıyı düzenlediğimizi türünden, düzeysiz ve hakarete varan sözlere muhatap olduk. Telefonla, elektronik postayla şahsî saldırılara, hakaretlere maruz kaldık. İnternet sitelerinde hedef gösterildik. Basında suçlamalar yayınlandı, yıpratıcı tartışmalar yaşandı.
Konferansın tarihi yaklaştıkça saldırıların dozu arttı. Sonuçta bir konferans düzenlemeye çalışıyorduk, ama kendimizi adeta bir varoluş mücadelesi içinde bulduk. Emekli Subaylar Derneği’nden İşçi Partisi’ne, Hürriyet gazetesinden Yeni Asır’a kadar herkes bize “Bu işi yapamazsınız, yaptırmayız” diyordu. Basında bizi destekleyenler de vardı, ama azınlıktaydılar. Mümkün olduğunca sakin kalarak işimize devam ettik.
Konferansın Boğaziçi Üniversitesi’nde açılmasına bir gün kala, 24 Mayıs sabahı, CHP milletvekili Şükrü Elekdağ AKP Meclis gurubuna giderek Boğaziçi Üniversitesi ile konferansa katılanların “vatana ihanet ettiklerini” söyledi. Aynı gün TBMM genel kurulunda bir görüşme yapıldı. Görüşmenin sürdüğü akşam saatlerinde bizler hâlâ konferansın öngörüldüğü şekilde gerçekleşeceğine inanıyorduk. Zaman çok azdı ve pratik konuları konuşmak üzere BÜ Rektörlüğü’nde toplanmıştık, akşam 18:00 suları olmalıydı. Toplantımız sürerken İstanbul Baş Savcılığından Rektör Ayşe Soysal’a bir telefon geldi, konferans bildirilerinin metinlerinin istendiği bildirildi. Metinlerin hiçbiri elimizde değildi. Ben acilen katılımcılara elektronik postayla ulaşmak, bildiri metinlerini istemek üzere ofisime gittim. Rektörlük’ten çıktığımda toplantı odasında sesi kısılmış televizyon ekranında Adalet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek meclis kürsüsüne geliyordu. Bilgisayarımın başına geçmemle beraber telefonum çaldı ve acilen Rektörlük’e dönmem söylendi. Geldiğimde kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Cemil Çiçek meşhur “Bizi sırtımızdan hançerliyorlar, bunlar Boğaz’a nazır vatan hainliği yapıyor” konuşmasını yapıyordu. Ardından, AKP milletvekili Ramazan Toprak, “Tüm vatanseverleri yarın Boğaziçi Üniversitesi’nin önüne çağırıyoruz” beyanatında bulundu.
Yapacak bir şey kalmamıştı, Rektörlük’te bir “acil durum toplantısı” yapıldı ve konferansı erteleme kararı alındı. Ertesi gün Boğaziçi Üniversitesi resmî bir basın bildirisi yayınladı:
“Bilgi, Boğaziçi ve Sabancı Üniversitelerine mensup öğretim üyelerinin ortak girişimiyle ve Boğaziçi Üniversitesi’nin ev sahipliğinde bilimsel bir tartışma ortamı olarak tasarlanmış olan konferans ile ilgili olarak Boğaziçi Üniversitesi’nin ciddi ithamlarla karşı karşıya kaldığını üzüntüyle görmekteyiz.
Henüz gerçekleştirilmemiş olan bir konferansın içeriğiyle ilgili peşin hükümler öne sürülmesinin bir devlet üniversitesinin bilimsel özgürlüğünü zedeleyeceğinden kaygı duyuyoruz. Bu şartlar altında ve bu toplantıyı gerçekleştirmenin doğurabileceği sonuçlar karşısında toplantının ertelenmesinin daha uygun olacağına karar verdiğimizi Türk kamuoyuna bildiririz” ifadeleri kullanıldı.
Aynı gün Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinin 109 imzalı bir bildirisi basında yer aldı:
“24 Mayıs tarihinde Adalet Bakanı ve bazı milletvekillerinin henüz yapılmamış bir konferansla ilgili beyanları düşünce ve ifade özgürlüğüne bir saldırı mahiyetindedir. Üstelik henüz ifade edilmemiş düşüncelerin engellenmeye çalışılması, durumu daha da vahim bir hale getirmektedir. Bu durum Türkiye’de düşünceyi ifade konusunda yapılan refromların lafzına ve ruhuna temelden ters düşmektedir. Hangi konuların kimler tarafından ve nasıl tartışılacağına akademik kurullar tarafından karar verilmesi, bilimsel özerkliğin esasıdır. Bu nedenle üniversite öğretim üyelerinin düzenlemiş olduğu bilimsel toplantılara her türlü siyasî müdahaleyi şiddetle kınıyoruz. Henüz gerçekleşmemiş bir toplantıya atfen, kurumları ve kişileri hükümet adına ve meclis kürsüsünden ‘hıyanetle’ itham etmek, kişi ve vatandaşlık haklarına yönelik ağır bir saldırıdır.
Son günlerde hükümet ve TBMM’deki muhalefet, Ermeni sorununun bilimsel ortamlarda ve kamuoyunda tartışılmasını resmî politika olarak sunmaktadır. Bu çerçevede değerlendirilmesi gereken bilimsel bir toplantı hakkındaki beyanlar, söz konusu politikayla açıkça çelişmektedir. Sonuç olarak, bu konferansın ertelenmesinden üzüntü ve kaygı duyduğumuzu belirterek konferansın bir an önce Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştirilmesini istediğimizi kamuoyuna duyururuz.”
Konferansın ertelenmesi Türkiye’de gündemin ana maddesi haline gelmişti. Basın genelde Boğaziçi Üniversitesi’nin aldığı kararı desteklemekle birlikte, bazı köşe yazarları konferansın her şeye rağmen yapılması gerektiğini savundu.
Avrupa Birliği yetkilileri de konferansın uğradığı saldırılar sonucunda ertelenmesini tepkiyle karşıladı. İşin bu “AB boyutu” konferansın bu noktadan sonraki kaderinde belirleyici bir rol oynadı. Türkiye’nin AB ile müzakerelere başlama tarihi 3 Ekim 2005 olarak belirlenmişti ve bu tarihten önce bu “ayıp” temizlenmeliydi. AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendjik, ertelemeyi getiren müdaheleyi eleştirerek, “Bu gelişme kuşkusuz Türkiye’de sözün, düşüncenin, bilimin hâlâ özgür olmadığı, Türkiye’nin tabular ülkesi olduğu şeklinde yorumlanacak” dedi ve Türkiye’nin AB üyeliği için mücadele veren çevrelerin işini zorlaştıracağını belirtti.
İkinci safha ve ikinci engelleme
Bizler ilke olarak konferansın Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılması konusunda ısrarlıydık. Arada devran dönmüş ve koşullar değişmişti.
Konferansın açılış konuşmasının Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tarafından yapılacağı basında yer aldı. Hürriyet, “O Konferansı Gül Açacak” manşetini attı.
Hazırlık Komitesi, Boğaziçi, Sabancı ve Bilgi Üniversiteleri rektörlerinin desteğiyle tekrar çalışmalarına başladı. Konferans tarihi olarak 24-25 Eylül 2005 tarihi belirlendi. Bu kez başaracağımızdan emindik. Konferansın yapılacağı haberi kamuoyunda genelde çok olumlu karşılanmakla beraber, belli çevreler saldırılarını ve hakaretlerini yinelemeye başladı. Toplantı yeri güvenlik kaygularıyla değiştirildi ve geniş güvenlik önlemleri alındı. Konferansa davetiyeyle girileceğinden, davetiye kontrolü yapılırken kapılarda oluşacak kuyruklarda bekleyen katılımcıların olası saldırılardan korunmasına kadar her şey düşünülmüştü.
23 Eylül’de kamyonlardan elektronik tarayıcı cihazları indirilirken, “Yahu, alt tarafı bir konferans düzenliyoruz” düşüncesi kafamdan geçtiği sırada telefonum çaldı. Bir haber kanalının muhabiri “Hocam, haber doğru mu?” dedi. “Ne haberi?” Cevap: “İstanbul Dördüncü İdare Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararı vermiş, doğru mu?” Rektörlüğü aradım, haber doğruydu. Bir kez daha durdurulmuştuk.
Kemal Kerinçsiz’in başını çektiği Hukukçular Birliği Derneği’nin girişimiyle İstanbul Dördüncü İdare Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararı almıştı. Ancak karar Boğaziçi ve Sabancı Üniversitelerini kapsıyordu, nedense Bilgi unutulmuştu. Konferansı Bilgi’de yapmamız önerildi. Bu arada ikinci durdurma eylemine tepkiler büyüyordu. Başbakan, “İstanbul Dördüncü İdare Mahkemesi’nin verdiği kararı tasvip etmek mümkün değil. Bu çağdaşlığa, demokrasiye ve özgürlüğe sığmaz” beyanatında bulundu. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, “3 ekime giderken içerden ve dışardan bu işi engellemek için çalışanlar son gayretlerini gösteriyor. Bunlara yenileri de eklenirse benim için sürpriz olmaz. Kendi kendimize zarar vermekte üstümüze yok” dedi.
Tarihin garip bir tecellisi ise bizi “hıyaneti vataniye” ile suçlayan Cemil Çiçek’ten geldi. Adeta bize yol gösteriyordu: “Bilgi Üniversitesi açısından bir problem olmaz. Çünkü mahkeme kararı, sadece toplantıyı tertip eden iki üniversite aleyhine verilmiş bir karardır.”
Konferans ve sonrası
24 Eylül Cumartesi günü açılışımızı yaptık. Beklenenden çok daha düşük yoğunlukta protesto gösterileri oldu. Açılış sabahı sayıları 100-150 kadar olan İşçi Partisi ve benzerlerinden oluşan bir grup katılımcılara domates ve yumurta attı. Ancak bu sefer “resmî” olarak korunuyorduk. Emniyet mensupları herhangi bir ciddî tatsızlık çıkmasına meydan vermedi. Konferansa Hükümet’ten herhangi bir katılım olmadı.
Salonda bulunan birkaç yüz kişinin hemen hepsinde o sabah yaşanan heyecan ve doğru bir iş yapıyor olmanın verdiği kıvanç duygusu elle tutulur gibiydi. Tüm güvenlik önlemlerine rağmen bir iki tatsız olay yaşandı. Rektör Ayşe Soysal açılış konuşmasını yaparken sürekli sözünü kesmeye çabalayan hanım konferans boyunca olay çıkarmaya devam etti. İkinci gün, “Profesör” olduğunu söyleyen bir zat korsan bildiri sunmaya teşebbüs etti ve kürsüde konuşma yapanların üstüne yürüdü.
Konuşmalardan bazılarına kısaca değinmek isterim. En başta akla gelen Hrant Dink’in “Dünyada ve Türkiye’de Ermeni kimliğinin yeni cümleleri” konuşmasıdır elbet. Sürekli konferansı provokasyon amacıyla bölen hanıma yönelik, “Evet Hanımefendi, itiraf ediyorum. Ermenilerin bu topraklarda gözü var, ama alıp gitmek değil, dibine girmek için” sözü tarihe malolmuştur.
Elif Şafak’ın “Zabel Yeseyan ve sakıncalı Ermeni entellektüeller listesi” konuşmasının son de cümlesi akıllarda kalacak:
“Diasporadaki Ermenilere, onlar gittikten sonra bu memleketin kültürel, siyasi, ekonomik, ahlakî ve vicdanî bakımlardan çok daha çorak bir yer haline geldiğini ve en önemlisi yokluklarını yüreğimizde hissetiğimizi söyleyebiliriz. Kanımca bizim bunu yüksek sesle söylemeye ihtiyacımız var, onların da bunu duymaya ihtiyacı var”.
Kendi adıma beni en çok duygulandıran konuşma, Tokat’taki çocukluk anılarını anlatan eski sağlık bakanlarından Cevdet Aykan’dan geldi: “Ben bu konferansı hazırlayanlara buradan teşekkür etmek istiyorum, bana Tokat’lı Ermeni hemşerilerimi anma fırsatını verdiler”.
Konferansın yapılabilmesi bize saldıran çevreleri iyice galeyana getirdi. Kemal Kerinçsiz, konferansı düzenleyenler hakkında Beyoğlu Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Toplantının bilimsel olmadığını savunarak, “Ermeni iddialarının bir devlet üniversitesinden tanınmasına karşıyız. Bir düğün salonunda istediklerini tartışsınlar. Devlet üniversitelerini bu işe alet etmesinler” diye konuştu.
Kemal Kerinçsiz’in iddiaları arasında konferansın düzenleyicileri ve bize destek veren kurumlara “Soros Vakfı’ndan para aldıkları” suçlaması vardı. Bir kuruş para almamış olsak da, mahkeme kararı uyarınca her bir sandviçin parasına kadar maddî kaynaklarımızı açıklamak zorunda bırakıldık.
Ne değişti?
Sanırım konferans sürecinin en kalıcı katkısı ilk defa Türkiye’de insanların “Ermeni meselesi” diye bir konu olduğunun ve bu konu üzerinde düşünmek gerektiğinin bilincine varması oldu. “Ermeni tehciri” diye bir mesele, bir gazetedeki yazı dizisinin başlığındaki gibi, “1915’te ne oldu?” sorusuyla gündeme geldi ve hâlâ gündemde.
Her yıl 24 Nisan yaklaştıkça “Acaba Amerika’nın tavrı ne olacak?” diyerek soğuk terler dökülen ve Başkan “soykırım” kelimesini telaffuz etmedi diye bayram eden ve bununla yetinen bir toplum değil artık Türkiye. İlk defa devletin bu konudaki resmî görüşü kendini savunma hattında buldu ve alternatifsiz olmadığını anladı. Artık köşe yazarları, “Konya’daki son Ermeni de gitti” gibi başlıklarla, Anadolu’da yitirilen bir değer olan Ermeni varlığını kabul ediyor.
Konferansın ardından bir gazete, “Soykırım da dendi, dünya hâlâ dönüyor, Türkiye hâlâ yerinde duruyor” ibaresini manşet yaptı. Bu, iyiniyetli ama yanlış bir algılamaydı. Konferansın amacı illa da “soykırım” demek değildi. Konferans bir sözcüğün (her ne kadar kilit bir sözcük de olsa) telaffuzundan çok öte bir önem taşımaktaydı. Amaçlanan, Türkiye’de bağımsız ve eleştirel aklın bu meseleyi de milliyetçi/devletçi çizgiden bağımsız olarak inceleyebildiğini göstermekti. Örgütlediğimiz toplantı kamuya “Ermeni Konferansı” adıyla malolmasına rağmen, bizim derdimiz salt “Ermeni Meselesi” de değildi. “Ermeni Meselesi” örneğini çok önemsemekle birlikte, ondan öte ülkemizde her şeyin özgürce tartışılabileceğini göstermek istiyorduk.
Kanımca bizler vazifemizi yaptık. Son derece müsterihim.