ABD Senatosu’nun, Maliye Bakanı Henry Paulson ile yedi arkadaşı tarafından sunulan 700 milyar dolarlık rekor düzeydeki banka kurtarma planını onaylamasının üzerinden yaklaşık iki buçuk yıl geçti. Krizin faturası olarak ortaya çıkan ve David Harvey’in deyimiyle ‘Amerikan halkına ve yönetimine yapılan bir finansal darbeyi andıran’ bu üç sayfalık doküman, neoliberal anlayışı derinden sarstı. Ellerindeki finans balonunu çeşitli kredi mekanizmalarıyla şişirirken devleti ekonominin dışında tutmak isteyen küresel şirketler, birdenbire devlet müdahalesi yanlısı kesiliverdiler. Sosyal harcamalar için olmayan “kaynak”, küresel şirketlerin batmalarını önlemek ve kârlarını korumak için hemen bulundu.
Eylül 2008’de Lehman Brothers’ın iflasıyla ortaya çıkan ve 2008’in son üç ayı ile 2009’un Ocak – Eylül döneminde dünyayı kasıp kavuran krizin dünya ekonomisine maliyeti, IMF’nin Nisan 2010 tahminlerine göre 3 trilyon 283,5 milyar doları buluyor. Dünya gayri safi yurtiçi hâsılası (GSYİH) üzerinden yapılan bu hesaba göre kayıp, beş Türkiye ekonomisinden daha büyük. Bu istatistiğin ilgi çekici bir başka yanı ise, en büyük milli gelir kaybının 1 trilyon 940,2 milyar dolar ile Avrupa Birliği’nde yaşanmış olması.
Neoliberalizm nedir?
2008 krizini, sebepleri ve sonuçları açısından neoliberalizmin krizi olarak nitelendirmek yanlış olmaz. Dolayısıyla, neoliberalizmin kapitalizm için oynadığı işlevlere bakmak, yaşanan krizin arka planını görmek açısından önem arz ediyor.
Neoliberalizm (ya da yeni liberalizm) öncelikle, kapitalizmin 1970’lerdeki krizi aşmasını sağlayan, kişisel özgürlük, bireysellik, rekabet, kişisel sorumluluk gibi retorik kavramlar üzerine kurulu bir ideolojik formasyon olarak karşımıza çıkıyor. Geniş yığınları yoksullaştırmak; işçi sınıfını daha çok, güvencesiz ve esnek çalışmak durumunda bırakan ekonomik politikalara ikna edilebilmek için toplumu böylesi bir kültürel, sosyal ve politik propaganda ile dumura uğratmak bir zorunluluk olarak değerlendirilebilir. Kapitalizmin baş tacı ettiği bu kavramlar, geride kalan 40 yılda, eğitim, kitle iletişim araçları vb ile yaşamın en küçük detayına kadar başarıyla sızdırılmıştır.
Egemen sınıf öğretisi olarak neoliberalizm, devletin ekonomiden elini çekmesi ve piyasayı özel sermayenin, tam rekabet şartları altında yönetmesi gerektiğini savunur. 1929 Büyük Buhranı ile tarihe karışmış olan “bırakınız yapsınlar” şiarı neoliberalizm ile yeniden uygulama alanı bulmuştur. Buna göre, toplumsal refahın maksimizasyonu serbest piyasa şartlarında olacaktır ve ekonomideki her türlü sorun, doğal olmayan tekellerin (örneğin sendikalar!) piyasaya müdahalesinden kaynaklanmaktadır. Bireyler ekonomik çıkarları çerçevesinde rasyonel tercihler yaparlar. Her bir bireyin kendi faydasını maksimize etmeye çalışması toplumsal refahı da maksimize etmenin biricik yoludur. Devlet müdahalesi sadece savunma, özel sermayenin korunması ve piyasadaki para hacminin belirlenmesi ile sınırlanmalıdır. Tam istihdam da yine serbest piyasa koşullarında sağlanacaktır.
Neoliberal politikanın ekonomideki somut (ve muhtemelen bizlerin de en çok hatırladığı) görünümlerinden bazıları kamu hizmetlerinin satılması (özelleştirmeler), hükümet harcamalarının azaltılması, ücretlerin baskı altına alınması ve devlet düzenlemelerinin olanaklar ölçüsünde ortadan kaldırılması olarak sayılabilir. Bu politikalar 1980’lerden itibaren ABD, İngiltere, Almanya gibi ülkelerde, Reagan, Thatcher ve Kohl gibi liderler tarafından; şu ya da bu şekilde IMF’den borç almak durumunda kalmış ülkelerde ise, dayatılan “soğuk hindi” politikasını yürürlüğe koyan hükümetler tarafından sert bir şekilde uygulanmıştır.
Neoliberalizmin egemen bir politika olarak hayata geçmesi, kapitalist sınıfın çıkarlarına denk düşmesi sayesinde otomatik olarak gerçekleşmedi. Öncelikle işçi sınıfı örgütlülüğünün, yani sendikaların baskı altına alınması gerekiyordu. Neoliberalizm, kurmaya çalıştığı fikrî hegemonyanın yanı sıra bu baskı mekanizması ile varlığını sürdürmüştür: “Piyasalara karşı gelirseniz, ezilirsiniz.”
1980’lerin başlarında, emeğin gücünü dağıtmaya dönük birkaç önemli ve sembolik olaydan bahsedilebilir. ABD Başkanı Reagan’ın 1981’de göreve geldikten sonraki ilk hamlelerinden biri, hava trafik kontrolörlerinin gücünü yok etmeye yönelikti. Sendikaların daha iyi çalışma koşulları, daha iyi ücret ve 32 saatlik iş haftası için ilan ettiği grev, ‘ulusal güvenliği tehlikeye düşürdüğü’ için yasaklandı. Reagan, grevin 48 saat içinde bitirilmesini istedi. Bu süre biter bitmez, 13.000 işçiden, greve devam eden 11.345’i işten atıldı ve yerlerine grev kırıcılar alındı. Normal koşullarda bir kontrolörün yetiştirilmesi 3 yıl alıyordu.
Hindistan’da 1982’de ücret artışı ve ikramiye talepleri için, 50 yapımevinden 250.000 işçinin katılımıyla Büyük Bombay Tekstil Grevi örgütlendi. Yaklaşık bir yıl süren bu grevin sonucunda, Mumbai’deki 80 tekstil yapımevinin çoğu kapandı veya başka şehirlere taşındı. 150.000 kişi, grevin yenilmesi sonucu işsiz kaldı.
İngiltere’de işçi sınıfının en militan ve aktif kesimi madencilerdi. Margaret Thatcher’ın Muhafazakâr Partisi 1984’te, kâr getirmediği için 20 kömür madenini kapatmak istedi. Bu karar, 20.000 işçinin işsiz kalması demekti. Mart 1984’te başlayan grev bir buçuk yıl sürdü ve madenciler yenildi. Madenlerin çoğu kısa zamanda kapatıldı ve 1994’te kömür madenleri özelleştirildi. Özelleştirme yapıldığında 1983’teki 170 madenden sadece 15’i kalmıştı. Madencilerin yenilgisi İngiliz işçi sınıfının hafızasına olumsuz örnek olarak kazındı ve bunu izleyen dönemde işçiler greve çıkmakta eskisi kadar istekli olmadı.
Türkiye’de ise, 24 Ocak 1980 Kararları olarak bilinen neoliberal yapısal dönüşüm kanlı 1980 Darbesi eliyle gerçekleştirildi. Kısaca hatırlayacak olursa, Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal’ın hazırladığı programda devletin ekonomideki payını küçültmeye dönük tedbirler alınmış, %33 oranında devalüasyon yapılmış, tarım ürünlerindeki destekleme alımları ve başka bir dizi sübvansiyon kaldırılmış, dış ticaret serbestleştirilmiş ve yabancı sermaye yatırımları teşvik edilmişti.
Eşitsizlik doğal mıdır?
Kapitalizm bir yandan zor yoluyla yeni liberal politikaları uygulamaya çalıştı, bir yandan da 1968 hareketinin fikirsel kazanımlarını ortadan kaldırmaya gayret etti. Kârları artırmanın tek yolu, insanları daha aza razı etmekten geçiyordu. Yurttaşlar daha az kamu hizmeti almalı, eğitim ve sağlık paralı olmalı, ancak aynı zamanda zenginlerin daha da zenginleşmesi toplumda normal karşılanmalıydı. 1970’lerin ikinci yarısından itibaren, insanların eşit yaratılmadığına, eşitsizliğin doğal olduğuna dair muazzam bir propaganda başladı.
Eşitsizlik özellikle ABD’de güçlüydü. Yüksek seviyelerdeki sosyal dışlanma ve yoksulluk, gelir adaletsizliği, eğitim ve sağlıktaki eşitsizlik, yüksek suç oranı gibi birçok olgu, bu eşitsizliğin görünümleriydi.
Eşitsizliğin doğal olduğuna dair araştırmalara hükümetler ve şirketler destek verdi, televizyonlardan bunların propagandaları yayıldı. Bu fikirler zaman içinde kısmen Amerikan kültürünün bir parçası haline geldi. 1980’lerden itibaren ise yoksulların (siyahlar, kadınlar, farklı cinsel yönelime sahip bireyler) genetik nedenlerle daha fazla sıkıntı yaşadığı propagandası başladı. Sosyal problemlerin genetik kodlardaki bozuklukla bir ilişkisi olduğu iddia edildi.
Bu propaganda, solun da zayıflığı sayesinde başarılı oldu. Örneğin, 2000 yılında ABD’de çalışanların %79’u ortalama ücretten daha az kazanıyordu ve bu durum kanıksanmıştı.
Makro düzeydeki durum ise daha çarpıcı: Birleşmiş Milletler Üniversitesi’nin 2000 yılı verilerine göre en zengin %1 nüfus, küresel mal varlığının %40’ına sahip. En zengin 3 kişi, en fakir 48 milletin toplam varlığından daha büyük birikimi elinde tutuyor. 2008 yılında, 1 milyon dolar veya daha çok sermayeye sahip olan dünyadaki 10 milyon kişinin toplam malvarlığı 41 trilyon doları buluyordu. Dünyadaki toplam GSMH’nin yaklaşık 60 trilyon ABD doları olduğu düşünülürse, dünya işçi sınıfının ürettiği toplam değerin %70’inin, 10 milyon milyonerin güvenilir elinde olduğunu hesap edip rahat uyuyabiliriz!
Artı değer performansı
Keynezyen politikalar, bir daha 1930’lardakine benzer bir ekonomik kriz yaşamamak için oluşturulmuştu. Ancak karşısına çıkan ilk krizde, onun da kapitalizmin yapısal sorunlarına bir çözüm üretemediği görüldü. Bu krizin doğmasının ve kapitalistlerin başka ekonomi politikalarına yönelmesinin arkasındaki esas sebep kâr oranlarındaki önlenemeyen gerilemeydi. 1960’ların sonuna gelindiğinde sanayi sektöründeki kâr oranı yaklaşık yarı yarıya düşmüştü: Japonya’da %40’tan %20’ye, ABD’de %25’ten %13’e, Almanya’da ise %23’ten %11’e.
Şirketler büyüyüp genişledikçe daha çok sermaye yeni yatırımlara ayrılıyor, üretim arttıkça da kârlılık düşüyor ve yüksek arz – düşük talep olgusuyla karşılaşılıyordu.
Şirketler her zaman sermaye biriktirme performanslarının önündeki engeli aşmak ister. Bu engel, örneğin 1960’larda yeterli emek gücü bulunamamasıydı. ABD’de 1965 yılında göçmenlik yasasında değişiklik yapılarak, göçmen işçilerin ülkeye girişi teşvik edildi. Benzer biçimde 1960’larda Fransa, Almanya, İngiltere ve İsveç, çeşitli ülkelerden göçmen işçileri kabul etti.
Kârları artırmanın ikinci yolu ise, maliyetleri azaltmak (ve emek gücüne bağlılığın üstesinden gelmek) için hızlı teknolojik gelişme sağlamaktır. Bu hızlı gelişme sayesinde 70’ler ve 80’lerde uluslararası taşımacılıkta önemli adımlar atıldı. Konteynırlar ve gelişen gemicilik sektörü ile üretim uluslararası çapta örgütlenebilir hale gelmişti. Böylelikle bir ürünün bir parçası Güney Kore’de üretilirken, diğeri ABD’de, bir diğeri ise Avrupa’da üretilebiliyor, tüm parçalar dördüncü bir ülkede montajlanabiliyordu. Telekomünikasyon sektöründeki gelişmeler sayesinde üretim ve dağıtım ağları da küresel çapta kolaylıkla örgütlenebiliyordu.
1980’lerin ortalarına gelindiğinde, emek gücü, üretimde bir kısıt olmaktan çıkmıştı. Reagan, Thatcher ve neoliberalizmin diğer uygulayıcıları örgütlü işçilere saldırırken, grevler karşısında (gerekirse fabrikaları kapatıp üretimi başka bir ülkeye taşımak gibi) alternatifleri olduğunun farkındaydılar. İşçi grevlerine, ücretlere ve soysal haklara böyle bir iklimde saldırıya geçildi.
Ancak düşen ücretler başka bir sorun yaratmaya başladı: Pazarın daralması. Daha az kazanan işçiler daha az tüketiyor, toplamda piyasadaki tüketim hacmi düştüğü için artı değer birikimi performansı yine azalıyordu. Bu soruna bir çözüm olarak kredi kartı sektörü ortaya çıktı ve işçilerin henüz kazanmadıkları paraları harcaması sağlandı. Bir başka faktör ise ev fiyatlarındaki artış ve ev kredilerindeki yaygınlaşmaydı. Bu sektörler hızla büyüdü ve emlak balonunu oluşturdu.
Ancak kredi (yani borçlanma) sistemi, ekonominin olduğu gibi devam edeceği varsayımına dayanmaktadır. Artı değer sürekli emilemediği ve beklentiler hızla değişebildiği için, kredi sektörü sistemin zayıf karınlarından birini oluşturur. Beklentilerin olumsuza doğru çevrilmesi işsizliği yoğun olarak etkilemektedir. Örneğin, ABD’de Aralık 2007 – Ağustos 2009 arasında 8,5 milyon kişi işten atıldı ve işsizlik oranı %10’a çıktı.
Neoliberalizmin, şirket kârlarına yaptığı bir başka önemli katkı da, devlete giden artı değeri özel sermayenin elinde toplamasıydı. Özelleştirmeler sayesinde, o güne kadar devletin mülkiyetinde olan birçok kârlı sektör, büyük şirketlerin malı haline geldi.
Pratikte neoliberalizm
Neoliberalizmin ideolojisi ile pratikteki uygulamalarını birbirinden ayırmak önemli. Çünkü gelişmiş kapitalist ülkelerin egemen sınıfları için neoliberalizm, kendi ülkelerinde uygulanacak ekonomi politikaları bütünü olmaktan ziyade, zayıf ülkelere dayatılması gereken bir program çerçevesi olarak görülüyor.
Chris Harman’ın “Theorising Neoliberalism” adlı makalesinde analiz ettiği gibi, yaygın kanı neoliberalizmin devletin küçülmesini getirdiğidir. Oysaki gelişmiş ülkelerdeki devlet harcamaları, sanılanın aksine, GSMH’ye oranla artmıştır.
Küresel şirketlerin kökleri genellikle tek bir ülkede bulunuyor. Şirket varlıklarının, pazarlarının ve kullandıkları emek gücünün yarısı kendi ülkelerinde. Devletler, ülkelerinde bulunan şirketlerin küresel plandaki çıkarlarını da koruyor. Benzer biçimde kendi ülkelerinin köklü şirketleri kriz nedeniyle batma noktasına geldiğinde bu şirketleri kurtarma planları devlet bütçesinden karşılanıyor. Örneğin, Chrysler firması 1979’da 1,5 milyar dolarlık bir programla kurtarılmıştı. 2008 krizinde yine kurtarıldı. Gelişmiş devletler Keynezyen dönemde olmadığı kadar çok krizle uğraşmak ve finansal kaynak ayırarak bu kriz ortamına müdahale etmek durumunda.
Neoliberalizmin en önemli uygulama alanı, IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla fakir ülkelere dayatılmış olan Yapısal Uyum Programlarıydı. Türkiye, Arjantin ya da Endonezya gibi ülkeler IMF reçetelerini uygulamak durumunda kaldı. Ancak bu programlar, uygulandığı ülkeleri borç sarmalına sokup sorunları derinleştirmekten başka bir işe yaramamıştır. Günümüzde çok sayıda Latin Amerika ülkesi Keynezyen modelle neoliberal modelin bir karışımını uygulamaktadır. Türkiye, 2001 Şubat krizine kadar IMF tavsiyesiyle “kur çıpası”na dayalı sıkı para politikası uygulamaktaydı. Ancak bu politikaların faizleri bir gecede %7500’lere çıkararak ülke ekonomisini batırmasının ardından Türkiye de IMF programını sorgulamadan uygulamayı bırakmıştır.
2008 kriziyle birlikte ortaya çıkan gerçek şu ki, neoliberalizm kapitalizmin kâr oranlarının düşmesine bir çözüm getiremiyor. 1980’lerden beri büyütülen emlak balonu patladı ve şirketlere aktarılan yüz milyarlarca dolara rağmen kriz tam olarak geride kalmadı. Küresel şirketler, derin krizlerle karşılaşmamak için daha çok devlet müdahalesine ihtiyaç duyar hale geldi.
Bu durum ise işçi sınıfı içinde büyük bir öfke yarattı. Eğitime, sağlığa ve sosyal harcamalara ayrılmayan kaynağın aslında var olduğu ve şirket kârları söz konusu olunca derhal bulunabildiği görüldü. Krizin faturasını yine işçiler ödedi. Hem işsiz kalarak, hem de vergileriyle doğrudan şirketleri kurtararak. Neoliberalizmin gelişimi 1999’da Seattle’da ortaya çıkan antikapitalist hareketi yaratmıştı. Şimdi ise bu hareketin genel grev dalgalarıyla birleşme olasılığı gündemimize girdi.
Not: Bu yazıda David Harvey’in “Is This Really the End of Neoliberalism?”, Chris Harman’ın “Theorising Neoliberalism” makaleleri ile Jonathan Neale’in “Küresel Isınmayı Durduralım, Dünyayı Değiştirelim” adlı kitabının “Neoliberalizm ve Kârlar” bölümünüden yararlanılmıştır.