Sinan Özbek
Özellikle HAS Parti’nin kurulmasıyla birlikte Marx’ın din hakkındaki düşünceleri tartışılmaya başlandı. Bunda HAS Parti içinde sosyalist kimliğiyle tanınan insanların da yer alması önemli oldu. Marx ve din yan yana anılınca akla çok bilinen “Din halkın afyonudur” sözüyle başlamak geldi nedense. Sosyalistlere bu söz soruldu. Kuşkusuz “Din halkın afyonudur” ifadesi çok biliniyor, çok alıntılanıyor. Ancak neredeyse tamamen yanlış yorumlanıyor. Marx’ın başlı başına dini konu alan bir kitabı yok. Din hakkındaki düşünceleri eserlerine dağılmış durumda. Marx-Engels külliyatına bakarsak aslında din konusunda Marx’tan daha çok Engels’in çalıştığını görürüz. Engels, özellikle ilkel Hıristiyanlar üzerine yazdıklarıyla dinin ortaya çıkış koşullarını sorguluyor. Başka bir yerde egemen sınıfların dinle ilişkisini, egemen sınıfların dinin halk üzerindeki etkisini nasıl kullandığını tartışıyor. Engels’in yaptığı, dinin bilinen bu işlevine, yine bu işleve ihtiyaç duyulduğu bir tarihsel dönemde dikkat çekmek. Bu tartışmayı önemli buluyorum. Zira “Din halkın afyonudur” ifadesinin yanlış yorumlanışlarının kavranmasına ışık tutacağını düşünüyorum. Kısaca aktarıyorum:
Din (Religare) Birleştirir
Engels, 1892’de Die Entwicklung des Sozialismus von der Utopie zur Wissenschaft (Türkçeye “Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm” başlığıyla çevrilmiş) çalışmasında İngiliz burjuvazisinin, halkın nelere muktedir olduğunu tarihte yaşadıklarıyla kavradığını söylüyor. Bu tecrübelerin sonucunda, burjuvazi, istemeyerek de olsa iktidarı işçilerle paylaşıyor. Engels hemen ardından şöyle diyor: “Halkı ahlakî araçlarla kontrol altında tutmak, şimdi her zamankinden daha fazla geçerlidir. Kitleleri kontrol altında tutmayı sağlayacak ilk ve en önemli ahlakî araç dindi ve din olarak kalacaktır” (AGW, Band V, 428). Bu, burjuvazinin dini aslında nasıl kullandığının beyanıdır, burjuvazinin dinle ilişkisinin ifşa edilmesidir. Hatırlatmak için ekliyorum: Bir ateist ve şüphesiz Fransız burjuvazisinin siyasî temsilcisi olan Napolyon da iktidarının ilk icraatlarından biri olarak dinsizliği yasaklıyor. Buna Engels de Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu adlı çalışmasında değiniyor. Napolyon’un dini yeniden işlevsel hale getirmek için nasıl çaba harcadığın yazıyor: 1793-1798 yılları arasında din fiilen ortadan siliniyor. Napolyon’un kendisi dahi dini tekrardan hayata etkin kılma girişimlerinde zorluklarla karşılaşıyor. Yani Engels Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm adlı kitabında dinin halk için muhafaza edilmek istendiğini anlatıyor. Dine toplumu tam yıkımdan kurtarabilecek son ve biricik araç olarak bakıldığını tespit ediyor. Engels devam ediyor: Gelenek yavaşlatıcı bir güçtür ve tarihin eylemsizlik gücüdür. Ama gelenek pasiftir ve bu yüzden de silinmek, etkisiz kalmak zorundadır. Ve ekliyor: “Din de kapitalist toplumun ilelebet koruyucu duvarı olamayacaktır. Hukuk, felsefe ve din konularındaki tasavvurlarımız belirli bir toplumda yürürlükte olan ekonomik ilişkilerin yakın ya da uzak filizleri ise, bu tasavvurlar ekonomik ilişkilerdeki tam bir değişmenin etkilerine dayanamaz. Ya biz doğaüstü vahye inanmalıyız ya da teslim etmek zorundayız ki, hiçbir dini vaaz çöken bir toplumu yıkılmaktan kurtaramaz”.
Şimdi görüldüğü üzere Engels’in burada yazdıkları dinin neliği ve kaynağının ne olduğuna ilişkin bir felsefî tartışma değil. Sadece siyasetin, özellikle de burjuva devrimleri sonrasında burjuvazinin, dinin hangi özelliklerini, işlevlerini düşünerek toplumun bir parçası haline getirmeye çalıştığını anlatıyor. Engels, burjuvazinin dinin işlevi hakkındaki bilgisinin yanlış olduğunu söylemiyor. Dinin birleştiren, yönetimi kolaylaştıran işlevinin burjuvazi tarafından doğru tespit edildiğini çıkarıyoruz onun yazdıklarından. (Burada hatırlatmakta fayda var, zaten Latince Religele de birlik anlamına geliyor). Engels dinin bir ideoloji olarak kullanılmasını ve halkın hegemonya altında tutulmasını anlatıyor burada. Ama “Din halkı uyutmak için akıllı devlet adamları tarafından uydurulmuştur” sığlığında bir tespit yok ortada. Engels’in burada anlattıklarından ya da benzer ifadelerden kalkarak Marksist bir din çözümlemesi yapmak mümkün değildir. Burada anlatılanlar çok bilinen, değişik şekillerde ifade edilegelmiş olan dine ait bir işlevin tartışılmasıdır. Marx’ın “Din halkın afyonudur” ifadesini de burada anlatılanları temel alarak yorumlamak doğru olmaz. Peki öyleyse ne anlatıyor Marx?
Din Halkın Afyonudur
Marx, “Din halkın afyonudur” ifadesini Zur Kritik der Hegelschen Rechtphilosophie (Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi) adlı çalışmasında 1883’te kullanıyor. Bu ifadeden, halkın dine sahip olmakla bir uyuşma, bir sarhoşluk durumu yaşadığı ve dolayısıyla siyasî tepki vermediği anlaşılageliyor. Buna göre din, gelecekte bir cennet vaat ederek, bu dünyada silik, iddiasız bir yaşantıya kanaat etmeyi sağlıyor. Din, mevcut koşulların ve sömürünün sürmesini sağlayan en önemli araçlardan biri oluyor. Kuşkusuz dinin böyle bir işlevi olduğu savunulabilir. Ama bunun için Marx’ı kaynak göstermeye hem gerek yoktur hem de Marx’tan öncekilere büyük haksızlıktır! Zira Holbach ve diğerleri bunu defaten yazıyor. Yanlış yorum bununla da kalmıyor: Din halkın afyonuysa, bir de bunu hazırlayıp halka sunalar olmalıdır. Böylece yorum genişliyor, halk için birilerinin bir yerlerde afyon ürettiği ve bunu yine halka çaktırmadan içirdiği sanılıyor. Böylece teoriye komplo sosu da ekleniyor. Bu yaklaşım, halkın kafasının çalışmadığı düşüncesini zımnen taşıdığından yorum, halkın vesayet altında tutulması gerektiği düşüncesine kadar genişliyor… Anlamak için Marx’a dönüyorum:
Marx, dinin eleştirisinin her türlü eleştirinin önkoşulu olduğunu söylüyor. Din eleştirisinin temelindeki düşünceyi şöyle formüle ediyor: İnsan dini inşa eder, din insanı inşa etmez. Buna rağmen din, henüz kendini bulamamış ya da kendini kaybetmiş insanın öz bilincidir ve kendi hakkındaki duygusudur. Kuşkusuz bu düşüncede Feuerbach etkisi kendini hissettiriyor. Ama Feuerbach’ın insanı bilinç düzleminde kalarak açıklıyor olması Marx’ın hemen eleştirmeye başladığı bir düşüncedir. Marx üzerindeki Feuerbach etkisinin parçalandığı nokta Feuerbach’ın idealist insan anlayışıdır. Marx şöyle diyor: “Ama insan, dünyanın dışında bir yerlerde tünemiş bekleyen soyut bir varlık değildir”. Marx insan derken hiçbir kavrama gönderme yapmıyor. Yaşayan, acı çeken, hüzünlenen, mutlu olan somut insandan söz ediyor. Marx, insanı, insan dünyasıyla yani devlet ve toplumla tanımlıyor. İnsanı insan yapan bu devlet ve toplum aynı zamanda, tersine çevrilmiş bir dünya olduklarından, tersine çevrilmiş bilinç olan dini de üretiyor. Aynı yerde Marx dini şöyle anlatıyor: Din bu dünyanın genel teorisidir, onun ansiklopedik özetidir, onun popüler biçimdeki mantığıdır, onun coşkusudur, onun ahlaksal onaylanmasıdır, onun törensel bütünleyicisi, onun genel avuntusu ve haklılık nedenidir… “Din insani varlığın hayali gerçekleşmesidir çünkü insanî varlık esaslı bir hakikate sahip değildir. Öyleyse dine karşı mücadele dolaylı olarak manevî aroması din olan dünyaya karşı mücadeledir.”
Marx, devamında “Din halkın afyonudur” ifadesini kullanıyor. Ancak bunun doğru anlaşılabilmesi için hemen üzerindeki satırlarla birlikte düşünülüp değerlendirmesi gerekiyor: Takip ediyorum: Marx’a göre dinsel sefalet bir yandan hakiki sefaletin bir ifadesidir ve diğer yandan da hakiki sefalete karşı bir protestodur. “Din ruhsuz koşulların ruhu olduğu gibi kalpsiz bir dünyanın da ruhudur, müşküldeki yaratığın iç çekişidir. Din halkın afyonudur”. Marx’ın din eleştirisi kapitalist toplumun eleştirisine dönüşüyor, onunla birleşiyor. İnsanın içinde yaşadığı somut ilişkiler; acımasızlığıyla, katlanılmaz oluşuyla, sertliğiyle insanı eziyor, sıkıştırıyor, kişiliğini parçalıyor. İnsan, hiçbir değerinin olmadığı, alçaldığı, bir metaya dönüştüğü bu ilişkiler içinde dine sığınarak kendisini manevi varlık olarak hissediyor, algılıyor. Dine yaslanmak işte tam da bu acımasız sömürü ilişkilerinde kendi yerinden memnun olmamak, bu yere bir başkaldırı. Din kapitalizmin acımasızlığı karşısında sığınılan bir liman oluyor. Din, zavallı durumuna düşmüş insanın, bu zavallılığa, bu acıya dayanabilmesini sağlıyor. Din acı karşısında bir afyon görevi üstleniyor, acıyı dindiriyor… Ama Marx acıyı dindiren bu merhemin, acının kaynağını kurutmadığını da düşünüyor.
Marx, halkın sahte mutluluğu olan dinin ortadan kaldırılmasının, halkın gerçek mutluluğunu talep etmek olarak değerlendiriyor. Halkın kendi durumu hakkındaki hayallerinden vazgeçmesini istemek, aynı zamanda hayallere ihtiyaç duymayı zorlayan somut durumdan vazgeçmesini talep etmektir. Marx güçlü bir retorikle devam ediyor: Din eleştirisi, zincirlerin üzerindeki hayalî çiçekleri yoldu -biz hayalî çiçekleri din diye okuyalım-. Üzerindeki hayalî çiçekler yolununca zincir gerçek işleviyle ortaya çıkıyor, görünür hale geliyor. Dinin eleştirisinin hayalî çiçekleri yolması; insan hayalî olmayan ve avuntuya yer vermeyen hakiki zincirler taşısın diye değil, zincirleri fırlatıp canlı çiçekler toplasın diyedir… Dinin eleştirisi insanın hayallerini yıkmıştır ama bunu akıl çağına gelmiş bir insan gibi kendi hakikatini düşünsün, onu etkilesin, ona şekil versin diye yapmıştır. İnsanın hayallerini yıkmıştır; çünkü insanın kendi çevresinde yani hakiki güneşin çevresinde dönmesini istemiştir. “Din, insan kendi çevresinde dönmedikçe, insanın etrafında dönen sadece hayalî güneştir”. Bu durumda tarihin yükümlülüğü, hakikatin ötesinin yıkılmasından sonra bu tarafın, dünyanın hakikatini tesis etmektir. İnsanın yabancılaşmasının kutsal biçimlerinin maskesi düşürüldükten sonra, yabancılaşmanın kutsal olmayan biçimlerinin maskesini düşürmek öncelikle tarihin hizmetinde olan felsefenin görevidir. Böylece cennetin eleştirisi dünyanın eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun eleştirisine, ilahiyatın eleştirisi politikanın eleştirisine dönüşür…
Din Eleştirisi
Bu nokta, Marksistler açısından din karşısında nasıl bir tutum alınacağının da ortaya çıktığı yerdir. Marx’ın “Din halkın afyonudur” ifadesinin yukarıda anlattığım yanlış yorumuyla iş görenler, dine karşı mücadele ettiğini sanırken yanlış bir yol tutuyor. Dine karşı mücadele ettiğini düşünürken, aydınlanmacı bir çizgiye düşüyor. Yasaklamayı, sınırlamayı düşünebiliyor. Ama Marksist olma iddiasıyla bu durumun kendisi uyuşmaz. Bunu daha netleştirmek için Engels’e dönüyorum:
Engels, Flüchtlingsliteratur (Göçmen Edebiyatı) başlık makalesinde Blankicilerin yasaklarla Tanrıyı ortadan kaldıracaklarını düşünmesini ironiyle eleştiriyor. Onların ne denli radikal olduklarını kanıtlamak istercesine “Komünde papazlara yer yok, her dinsel gösteri, her dinsel örgütlenme yasaklanmalıdır” önerisini getirdiklerini hatırlatıyor. Bu düşünce tarzı, insanların yukarıdan emirlerle tanrıtanımaz yapılabileceğini sanmaktır. Devam eden cümlesini çok anlamlı buluyorum. Bugün süren başörtüsü ve benzeri tartışmalara Marksist yaklaşımın nasıl olacağına da ışık tutuyor. Engels, zulmetmenin aslında mücadele edildiği düşünülen inançları, inanılan şeyleri teşvik ettiğini düşünüyor. Şöyle yazıyor: “Şurası kesindir ki günümüzde Tanrı için yapılabilecek en iyi şey ateizmi zorunlu inanç maddesi olarak ilan etmektir ve Bismarck’ın kilise kültürüyle mücadele yasalarına, dini yasaklamayı da ekleyerek onu daha da yetkinleştirmektir”. Bu ifadeyi Marx’ın felsefeye verdiği görevle birleştiriyorum:
Bugün Marksistler tek tek insanların inançları hakkında konuşmak, onların inançlarını nasıl yaşayacağını söylemek hakkına sahip değildir. Eleştirinin hedefine devletin dine kurumsal, siyasal müdahaleleri konulmalıdır. Somut olarak Diyanet İşleri eleştirilmeli ve dağıtılması savunulmalıdır. Devletten maaşlı din adamlığına son verilmelidir. Dini harcamalar sadece inananların yarattığı kaynaklarla finanse edilmelidir. Okullarda din dersi kaldırılmalıdır. Başta Aleviler olmak üzere her din kendi ibadet mekânına sahip olmalı, kendi ibadetini özgürce yapabilmelidir. İnanca uygun kıyafete asla karışılmamalıdır. Devlet kurumu da olsa üniversitede, üniversite tanımı gereği başörtüsünü yasaklanamaz.