F. Levent Şensever
“Dünyanın ekseni kayıyor mu?” son dönemlerin popüler bir sorusu. Çeşitli kesimlerin verdiği yanıtlar ne kadar tartışmalı olursa olsun, bir nokta net: Dünya hızla küçülüyor. Aynı oranda, karşı karşıya kaldığımız yoksulluk, nükleer silahlanma, iklim değişikliği, kitlesel göçler, salgın hastalıklar, enerji, gıda ve su arzındaki sorunlar da küresel ve bir o kadar da siyasal bir hal alıyor.
Birkaç yıldır yaşanan kriz gerçek anlamda küresel etkiler yaratıyor. Krizin etkisinden hiçbir ülke veya bölge kaçamadı. Krizin tüm siyasî, ekonomik ve toplumsal etkileri küresel düzeyde karşılıklı etkileşim oluşturuyor. Çünkü bu hem küresel kapitalizmin sismik etki yaratan yapısal sorunlarından kaynaklanıyor, hem de 1929 yılından bu yana yaşanan en derin kriz.
Bu krizle birlikte, işsizlerin sayısı OECD ülkelerinde 50 milyona, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) verilerine göre dünya toplamında 217 milyona ulaşırken, İspanya gibi sanayileşmiş bazı ülkelerde oran yüzde 20’lere kadar çıkıyor. Artan işsizlikle birlikte ücretler üzerinde oluşan basınç, işçi ücretlerinde gerileme ve gelir dağılımında eşitsizliği de artırıyor. Krizin bir diğer önemli etkisi de artan kamu harcamaları ve borçlar şeklinde ortaya çıkıyor. Kapitalist ülkeler kamu harcamalarını finanse etmek için zorlanırken, finansman ancak gelecek kuşakların şimdiden borçlanmasıyla olanaklı hale geldi. Bu durum, krizin bir dizi ağır etkisinin gelecek kuşaklara havale edilmesi anlamına geliyor. Tüm bunların yanı sıra, henüz finans kurumlarındaki zehirli varlık sorunları çözülmezken, küresel düzeyde sermaye hareketliliğindeki eksen kayması da dengeleri daha hassas bir hale getiriyor. Kısacası, kriz şu an için hafiflemiş gibi görünse de, uzun vadeli etkileri açısından daha uzun sürecek gibi görünüyor.
Kriz aynı zamanda küresel düzeyde siyasî ve ekonomik güç dengelerinin de değişmesine yol açıyor. Küresel kapitalizmin yapısal sorunlarından kaynaklı olarak 1970’lerde başlayan krizi ve buna bağlı olarak özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından somut olarak gözlenen ABD’nin liderliğindeki “Batı” hegemonyasındaki gerileme, başta Çin olmak üzere “yükselen” ekonomilerin nüfuzlarını artırmasının önünü açan bir süreç oldu. Öngörülere bakılırsa, ABD’nin 2000 yılı dünya üretimindeki yüzde 31’lik payı, 2030 yılı itibariyle yaklaşık yüzde 12’ye gerilerken, Çin’in payı yüzde 24’e yükselecek.
Çin, Hindistan ve ABD arasındaki dünya egemenliği yarışı son bin yıldır inişli çıkışlı bir seyir izliyor. 1000 yılında Çin ve Hindistan birlikte dünya toplam üretiminin dörtte üçünü gerçekleştiriyordu. 2000 yılı itibariyle iki ülkenin dünya toplam üretimi içindeki payı yüzde 5’e düştü. Ama değişen dengelerle birlikte, 2030 yılı itibariyle iki ülkenin toplam payı yeniden yüzde 35’e yükselirken, ABD’nin payı yüzde 12’ye gerileyecek.
Çin, 2010 yılında Japonya’yı geçerek, ABD’nin ardından dünyanın en büyük ikinci ekonomisi oldu. Daha şimdiden Amerikan vatandaşlarının çoğunluğu Çin’in ekonomik büyüklüğünün ABD’yi geçtiğine inanıyor. 2009 yılında yapılan bir kamuoyu araştırması, Amerikalıların sadece yüzde 27’sinin “dünyanın en büyük ekonomisinin” ABD olduğuna inanırken, yüzde 44’ünün Çin’in dünyanın en büyük ekonomik gücü olduğuna inandığını ortaya koydu.
Sürdürülebilir büyüme mi?
Goldman Sachs’ın öngörüsüne göre 2027 yılında ABD ve Çin ekonomileri eşit düzeye gelecek. Öte yandan bütün bu “en büyük” tartışmalarının yanıltıcı yanları da söz konusu. Durum baktığınız verilere göre değişebiliyor.
Çin ile ABD’nin elde ettiği ekonomik değerin kompozisyonu birbirinden oldukça farklı. Örneğin, Birleşmiş Milletler 2010 Gelişme Endeksi sıralamasında ABD dördüncü sırada yer alırken, Çin Türkmenistan’ın da gerisinde, 89’uncu sırada yer alıyor.
“Ekonomik güç” olmak, piyasa değişim değerleri üzerinden gayri safi yurtiçi milli hasıla (GSYİMH) bakımından ölçüldüğünde, ABD ekonomisinin halen Çin’e göre yüzde 250 oranında daha güçlü olduğu görülüyor. Aynı hesaplama görece değerler (satın alma gücü) üzerinden yapıldığında ise Çin’in ekonomik gücünün şu an itibariyle ABD’ninkinin yarısı düzeyinde olduğu varsayılabilir.
Öte yandan Çin, dünyanın en büyük döviz rezervine sahip ülke. 2009 yılının eylül ayı itibariyle Çin’in elinde 2,5 trilyon dolar (Türkiye yıllık milli gelirinin yaklaşık 3,5 katı) döviz rezervi bulunuyordu. Çin’in hemen ardından gelen Japonya’nın döviz rezervleri ise 1 trilyon dolar düzeyindeydi.
2010 yılında gerçekleştirilen Amerikan Pew Araştırmalar Merkezi’nin “Küresel Eğilimler” araştırmasının sonuçlarına göre, çeşitli ülkelerden vatandaşların kendi ülkelerinin gelişimi konusundaki memnuniyet sıralamasında, Çin yüzde 87 ile ilk sırada yer alırken, ABD yüzde 30 ile oldukça gerilerdeydi. 2010 yılının sonu itibariyle, piyasa değerleri bakımından dünyanın en değerli 10 şirketi sıralamasında 3 Çin şirketi yer alıyordu. Çin, kısa bir süre önce dünyanın en çok enerji tüketen ülkesi ünvanını ABD’nin elinden aldı.
Dünyadaki DVD oynatıcısı ve TV’lerin dörtte üçü, fotokopi makineleri, ayakkabılar ve mikro dalga fırınların üçte ikisi ve tekstil ile cep telefonlarının yarısı Çin’de üretiliyor. IMF, Çin’in ihracatının 2014 yılında dünya toplamının yüzde 14’ü düzeyine çıkacağını öngörüyor. Çin’in bu yılki dünya toplam ihracatı içindeki payı yüzde 10.
Bu eğilimin sürmesi iki şekilde söz konusu olabilir: Çin, ya ürünlerini ucuz tutacak ya da katma değeri daha yüksek (bilgisayar, otomotiv, vb.) ürünler üretecek. Çin ekonomisinin kesintisiz büyümesi için bir başka olasılık da daha çok tüketimin olduğu bir iç piyasanın yaratılması ki, bu uzun vadeli ve o kadar kolay olmayan bir yol. Çünkü bu durumda ekonominin tüm yapısının değişmesi gerekli. Oysa Çin’in ekonomik yapısının değişmesi kolay görünmüyor. Çin ekonomisi ihracat eksenli olduğu için, ihracat artıkça hammadde ve ara mallarına olan gereksinim de artıyor ve bu durum ithalatı da o oranda tetikliyor.
BM Ticaret ve Kalkınma Konferansı’nın (UNCTAD) verilerine göre, uluslararası sermaye bugüne kadar Çin’e 500 milyar dolar yatırım yapmış durumda ve 16 milyon kadar işçiyi istihdam ediyor. Ülkenin en büyük ihracatçısı 200 şirketten 153’ü yabancı sermaye ortaklığı. Yabancı yatırımları cezbeden en önemli faktörler, büyük iç pazarın yanı sıra, işçilerin direnişinin devlet güçleri tarafından bastırılması ve sendikaların tamamen devlet denetiminde olması. Dolayısıyla, iç pazarda tüketimin artması ve buna bağlı olarak işçi sınıfının durumunda düzelmeler, öncelikle yabancı sermaye şirketlerini rahatsız etmektedir.
Öte yandan, düşük maliyetle mal üretmek uzun vadede o kadar kolay değil, zira Çin’de giderek mücadelecileşen bir işçi sınıfı söz konusu. Hızla artan nüfus sorunuyla herhangi toplumsal istikrarsızlık olmadan baş edebilmek için Çin ekonomisinin yılda ortalama yüzde 9 büyümesi gerekiyor.
Büyüme hızı düştüğü oranda toplumsal gerilimler ve işçi direnişlerinin de artması söz konusu. Çin Komünist Partisi’nin bürokratları bu durumun bilincinde ve ne pahasına olursa olsun ekonomik büyümenin hızını düşürmemek uğruna, küresel kapitalizmin diğer aktörleriyle kıyasıya bir rekabet içine girmiş durumda.
Toplumsal mücadeleler
Dünya ekonomisine entegre olmaya başladığı 1970’lerin ortasından bu yana, Çin’in küresel krizlerden etkilenmesi ilk kez gerçekleşmiyor. Çin’de yaşanan, 1988’in ortasında başlayan ve 1991’in sonuna kadar süren ekonomik durgunluk, “Tiananmen Meydanı hareketinin” ortaya çıkmasına ve 1989 mayıs ve haziran aylarında gerçekleşen toplumsal direnişe yol açmıştı. Bu kriz ve akabinde ortaya çıkan toplumsal mücadele, Çin egemen sınıfının gözünü korkuttu. Ardından alınan sert önlemler sayesinde, 1990’ların sonundaki Asya Krizi, ardından teknoloji sektöründe yaşanan “dot.com” ve son yaşanan küresel krizlere rağmen, bugüne kadar neredeyse kesintisiz bir büyüme kaydedildi.
Ancak son krizin diğerlerinden farkı, Çin’in artık küresel kapitalizme çok daha entegre olmuş ve ekonomisinin günümüzde çok daha fazla Batılı kapitalist ülkelerin orta sınıflarının tüketim eğilimlerine bağımlı hale gelmiş olması. Bu durum, örneğin Çin’in dünya piyasalarında mutlak hâkim olduğu ve krizle birlikte tüketimi keskin bir şekilde düşen oyuncak sanayiinin büyük bir darbe almasına ve milyonlarca Çinli işçinin işinden olmasına yol açtı. Krizin etkisiyle 2009 yılının bahar aylarında yaklaşık 25 milyon göçmen işçi işsiz kaldı. İşsizliğin artmasıyla birlikte çalışma koşullarında olağanüstü oranda kötüleşme baş gösterdi. Bu sürece paralel olarak enflasyon da hızla artmaya başladı. Bu da özellikle en kötü koşullarda çalışan göçmen işçileri olumsuz etkiliyor. Çin’de uygulanmakta olan yerleşim yerlerine göre kayıt sistemi ve göçler üzerindeki kısıtlamalar nedeniyle, sanayileşmiş bölgelerde çalışan göçmen işçiler en temel haklarından dahi yoksun bırakılıyor.
Bugüne dek 200 milyon kadar Çinlinin kırsal kesimlerden sanayi bölgelerine göç ettiği tahmin ediliyor. Önümüzdeki 20-30 yılda toplam 300 milyon Çinlinin kırsal bölgelerden sanayinin yoğun olduğu bölgelere göç etmesi bekleniyor.
Son 20 yılda işçi ücretlerinin millî gelir içindeki payı düştü. Bu, işçi sınıfı üzerinde sert baskılarla mümkün olabildi. Ancak son yıllarda durum değişiyor. Örneğin, 2009 yılında Çinli göçmen işçilerin reel ücretleri bir önceki yıla göre yüzde 17 arttı.
Resmî verilere göre, Çin’de 2008 yılında mahkemeler 280 binden fazla iş ihtilafı davasına baktı. 2009 başlarında bu rakam yüzde 30 oranında arttı. China Daily’nin (İngilizce resmî gazete) aktardığına göre, yabancı sermayenin yoğun yatırım yaptığı Guangdong eyaletinde 2009 yılının mayıs sonundan haziran ortasına kadar iki haftalık dönemde 36 grev gerçekleşti.
Rekabetin boyutu
Çin ve ABD her ne kadar rekabet içinde olsa da, aynı zamanda birbirlerine ihtiyaçları var. ABD borçlarını finanse etmek için ne kadar Çin’e gerek duyuyorsa, Çin de imal ettiği ürünleri satmak için o derece Amerikan tüketicisine gerek duyuyor. Bu, küresel verili koşulların sürmesi ve iki ekonomik gücün egemenliklerini sürdürebilmeleri için gerekli bir denge. Böyle bir denge içinde her iki ülkenin de dünyanın istikrarından yana bir tutum benimsemesi kendi çıkarları açısından gerekli. Ancak bu, karşılıklı çelişkiye dayanan bir bağımlılık.
Kapitalist rekabet, birbirine rakip emperyalist ülkelerin siyasî, askerî, bölgesel ve ekonomik boyutlarda yürüttükleri egemenlik mücadelesi anlamı taşıyor. Bu açıdan bakıldığında, güç dengelerinin değişmesi yeni çatışma olasılıklarının artması anlamına geliyor.
Yükselen Çin ve gücünü kaybetmekte olan ABD arasında kızışan rekabet, Asya’daki bazı tartışmalı sınırlardan, insan hakları ve iklim değişikliği konularına kadar birçok meseleye de somut olarak yansıyor. Çin’in artan ekonomik ve askerî gücünün uzun vadede Amerika’nın küresel çıkarlarına bir tehdit oluşturduğu açık. Çin, resmî verilere göre 2010 yılında silahlı güçlerine 78 milyar dolar harcadı. Bu, bir önceki yıla göre yüzde 7,5 oranında bir artış. Gerçek harcamaların ise bunun çok üstünde olduğu tahmin ediliyor. Ancak gerçek harcamalar bunun iki katı dahi olsa, yine de ABD’nin askerî harcamalarının ancak dörtte biri düzeyinde kalıyor.
Orta ve uzun vadede askerî rekabetin artması kaçınılmaz. Çin’in ekonomik gücünün artması demek, aynı zamanda ekonomisi için gerekli hammaddelere erişim ve bu malların Çin’e iletilmesi; üretilen malların dünya piyasalarına ulaştırılmasının yollarının açık tutulması; bu yolların güvence altına alınması gibi lojistik ve askerî gereksinimleri de gündeme getiriyor. Oysa ABD’nin Pasifik filosu Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı’nda yenik düşmesinden bu yana Asya’nın deniz yolları ve kıyılarına hâkim durumda. Çin, bu zaafın aşılması yönünde somut adımlar atıyor ve yakın zamanda deniz filosunun operasyonel görevlerine ilişkin doktrinini değiştirerek, görev alanını bölgesel sınırların ötesinde, daha uzak mesafeler olarak belirledi. Bu, bölgede mutlak askerî egemenliğe sahip olan ABD’ye kafa tutmak demek.
Obama, son yıllarda hızlı bir düşüş yaşayan ABD ekonomisinin akıbetini beklendiği gibi tersine çeviremedi. Ancak, ABD ekonomisi rakipleriyle karşılaştırıldığına hâlâ muazzam bir büyüklüğe sahip. Özellikle askerî düzeyde küresel hakimiyeti tartışmasız. Bu durumda, doğal kaynakların, petrol gibi hammaddelerin denetimi amacıyla askerî müdahaleler ve jeopolitik kontrol Amerikan sermayesi açısından hayatî önem taşıyor. Bu bağlamda Ortadoğu, Asya ve Latin Amerika ABD sermayesinin başlıca hedefleri durumunda.
Bu bölgelerin denetimi doğrultusunda süren rekabet, aynı zamanda Amerikan emperyalizminin diğer ülkeleri kendi hedefleri doğrultusunda harekete geçirebilmesinin de mekanizması durumunda. Çin’in yükselişinden tedirgin olan birçok Batı ülkesi, küresel rekabette ABD’nin yanında tutum alıyor.
Rekabetin Olası Sonuçları
Yaşanan son kriz, ekonomik olduğu kadar, siyasî sonuçlarıyla da damgasını vuruyor. Başta Yunanistan olmak üzere, Avrupa’da yaşanan genel grev dalgası, birçok ülkede yaşanan siyasî krizler, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan devrimler, krizin siyasî ve toplumsal boyutlarını gözler önüne seriyor. Kriz aynı zamanda, kapitalizmin tarihsel sınırlarına da işaret ediyor. Sonuç olarak sistem krizlere dayanabilir ve krizlerle birlikte yaşayabilir, ancak bunun ekonomik, toplumsal ve ekolojik maliyetlerinin çok yüksek olacağı bariz. Dolayısıyla, kapitalizmin yapısal sorunları ve toplumsal gereksinimleri karşılamaktaki yetersizliğini teşhir etmek için önümüzde büyük olanaklar duruyor.
Çin ve ABD arasında derinleşen çelişkilere gelince; Marksistler, kapitalist ülkeler arasındaki rekabette taraf olmaz. Türkiye solunun büyük kesimlerinin içine düştüğü gibi, anti-emperyalizm, Batı veya ABD düşmanlığı (ve dolayısıyla milliyetçilik) ile sınırlı bir tutum değildir. Anti-emperyalizm, her şeyden önce anti-kapitalist mücadele perspektifi içinde anlam taşır. Küresel kapitalizm dengeleri içinde “eksen kayması” bizim açımızdan küresel kapitalizme karşı sosyalizm mücadelesinde hangi yeni olasılıkları ortaya çıkaracağı bakımından anlam ifade eder.
Bu bakımdan yaklaşıldığında, Çin kapitalizminin yükselişi, aynı zamanda Çin işçi sınıfının ve onun mücadelesinin yükselişi anlamını taşır. Dünya işçi sınıfı, tarihin hiçbir döneminde bu kadar büyük sayılara ulaşmamıştı. Çin ve Hindistan gibi ülkelerin hızlı sanayileşmeleri, aynı zamanda modern işçi sınıfının sayısının da hızlı artışı anlamına geliyor. Son yıllarda verdiği mücadele ile Çin işçi sınıfı, Amerikan sınıf kardeşlerine de yol gösterirken; bu aynı zamanda, sendikaların rolünün anlamını yitirdiği ve işçi sınıfının devrimci rolünün kaybolduğu gibi liberal görüşleri de çürüten bir gelişme.
Öte yandan, egemen emperyalist ülkelerin bu egemenliklerini gönüllü olarak devretmeyeceklerini de unutmamak gerek. Britanya imparatorluğunun çöküşü ve ABD’nin egemen devlet olarak bu rolü devralması iki dünya savaşı ve milyonlarca insanın ölümü pahasına gerçekleşti.
Bu roller değişirken, dünya aynı zamanda devrimci altüst oluşlara gebeydi; İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda dünyanın üçte biri liberal kapitalizmin denetiminin dışına çıktı. Günümüzde yaşanan krizler ve bu çerçevede değişen güç dengeleri ise çok daha büyük çalkantılara gebe. Bunun ilk somut örneklerini ise Arap devrimleri olarak izliyoruz.