Roni Margulies
AK Parti 12 Haziran’da üçüncü kez seçim kazandı ve üçüncü kez oylarını artırarak kazandı. Oyların yüzde 49,9’unu alarak 326 sandalye kazanan AKP’nin oyu 2007 seçimlerine göre yüzde 3,3, 2002 seçimlerine göre yüzde 15,6 arttı. Tayyip Erdoğan’ın sözleriyle, “AKP, Türkiye’deki her iki seçmenden birinin oyunu almanın heyecanını yaşıyor”. AKP’yi desteklemeyen herkesin, başta sol olmak üzere, külahını önüne koyup bu sonuçları düşünmesi, tartması, ders çıkarması gerekir.
Dokuz yıla yaklaşan tek başına iktidarın normal olarak iktidar partisini yıpratması gerekirken AKP oylarını neden artırdı?
Ulusalcılar bu soruya Türkiye halklarının yüzde 60’ının aptal ve/veya kandırılmış ve/veya irticacı Müslüman olduğu izahatıyla, “Cahil toplum özgür seçim yapamaz” gibi “aydınlanmacı” açıklamalarla, ya da ‘makarna-pirinç faktörü’yle cevap vermeyi yeğliyor. Oysa CHP her aileye ayda 600 TL vermeyi vaad ediyordu, en az birkaç yüz kilo makarna eder… Kemalist gözlerle bakınca, AKP’nin zaferi, son tahlilde, dağdaki çobanla elit beyaz Türk’ün oylarının bir sayılmasından kaynaklanıyor olsa gerek. Bidon kafalı kaba saba çobanların sadece yarımşar oyu olsaydı, şimdi CHP ile AKP kafa kafaydı.
Ergenekon’un hezimeti
AKP’nin en büyük şansı karşısında onu zorlayabilecek bir muhalefetin olmamasıydı. ‘Yeni CHP’ AKP’ye alternatif olamadı, çünkü bu partinin yeniliği “eski ağızda yeni taam”dan farklı bir şey değildi. CHP de MHP de seçim kampanyalarını Ergenekon’un bildik “karanlık geliyor, sivil diktaya gidiyoruz” teması üzerine kurmuştu. Bu söylem, “endişeli modernlerin”, militarist-bürokratik vesayet rejiminin devamından yana olanların ruh halini yansıtsa da, çoğunluk nezdinde karşılığı olmayan bir belagatti. Ve karşılık bulmadı.
Bu kadarla da kalmadı, çoğunluğun hafızasında 28 Şubat’ın anıları tazeyken, “Balyoz” gibi vahşet planlarının yarattığı infial dinmemişken, daha da önemlisi “yeni bir 28 Şubat”ın gündeme gelebileceği endişesi ortadan kalkmamışken, muhalefet partileri yavuz hırsızın ev sahibini bastırması misali Ergenekon’a sahip çıktı. Kemal Kılıçdaroğlu bir partinin Genel Başkanı olduğunu unutup Ergenekon’a üye yazılmaya kalkıştı. Bu durum ‘darbeden yana endişeli kara Türklerin’ AKP etrafında toplanmasını sağlamaktan başka işe yaramadı. Nitekim Erdoğan seçim konuşmalarında CHP ve MHP’ye en çok Ergenekon üzerinden yüklendi.
Bu seçim, AKP’nin zaferinden çok Ergenekon’un hezimeti olarak tarihe geçmeyi hak ediyor. Seçmen Ergenekon gibi demokrasi düşmanı oluşumlara tahammülü olmadığını gösterdi. Muhalefet Ergenekon cephesinde saf tutunca, demokrasi cephesinin bayraktarlığı, tıpkı Cumhurbaşkanlığı ve 12 Eylül referandumlarında olduğu gibi, AKP’ye kaldı. Erdoğan, darbelere ve çetelere karşı demokrasiyi tercih edenlerin oylarını kolayca hasat etti.
Bu bağlamda, AKP’nin devlet ve toplum ilişkilerini iyi yönetmesi de başarısında rol oynadı. AKP, bir yandan adeta değişim isteyen bir toplumsal hareketin sesi gibi davranırken diğer yandan -özellikle son dönemlerde kullandığı söylemle- düzeni ve devamlılığı temsil eden “devlet” gibi hareket ederek, bu değişimin seçmen tabanında yaratacağı risk algısını rahatlattı. Bir bakıma, “istikrar içinde değişim” formülüyle ortalama muhafazakâr seçmenin hem yükseliş arzusunu ve hem de süratli değişim karşısındaki güven arayışını kendine yönlendirdi.
“Teğet geçecek”
Muhafetin etkisizliği ve Ergenekonculuğu AKP’nin zaferini yine de bütünüyle açıklamaz. Seçim zaferinin ekonomik bir boyutu da var.
Sonuçları emekçi sınıflara ve yoksul halka yeterince yansımamış da olsa, Türkiye ekonomisinin dikkat çekici bir büyüme performansı gösterdiğinden kuşku yok. Bu performans AKP’nin sihirli başarısı, AKP politikalarının doğrudan sonucu olmaktan ziyade, özel ve konjonktürel nedenlerden kaynaklanıyor. Ve üstelik daha ne kadar süreceği de, dünya ekonomisi ikinci bir kez dibe vurursa Türkiye ekonomisinin bundan muaf kalıp kalamayacağı da kuşkulu. (Elinizdeki dergide Ümit İzmen’in “Kapitalizm Krizlerle Yaşar” yazısında bu konu daha ayrıntılı işleniyor.) Ne var ki, büyümenin yararlarının halka yeterince yansımamış olması da, ne kadar süreceğinin bilinememesi de şu gerçeği değiştirmiyor: Erdoğan “Kriz Türkiye’yi teğet geçecek” dedi, herkes kahkahalarla güldü, ve adam büyük ölçüde haklı çıktı. Muhalefetin ve özellikle solun ekonomik durumu bir felaket olarak anlatan söylemleri halkın büyük çoğunluğu tarafından inandırıcı bulunmuyor, gerçekle uyuşmuyor, olsa olsa solun inandırıcılığını daha da zedeliyor.
Erdoğan ve arkadaşları bir yandan “iç ve dış piyasaların aktörleri”ne, yerli ve yabancı büyük sermayeye “en liberal” parti olduklarını anlatırken, bir yandan da halkı, “halkın içinden gelen insanlar olarak en halkçı olanın kendileri” olduğu fikrine kazanmayı çok büyük ölçüde beceriyor.
Toplumun tüm sınıflarını ikna etmek bütün burjuva siyasetçilerinin hayalidir. Ama ekonomik dengeler ve sınıf mücadelesi her zaman buna izin vermez. Bir yandan ekonomik alanda sermaye çevrelerinin bir dediğini iki etmezken, bir yandan da ekonomik büyüme Erdoğan’a belirli ölçüde ‘popülist’ davranma imkânı veriyor. Örneğin, dün parasını ödeyemediği için yarasına atılan dikiş sökülen, yeni doğmuş bebeği hastanede rehin tutulan vatandaş, Erdoğan döneminde gerçekleşen göreli iyileştirmeleri olumlu buluyor. Konut politikaları, düşük enflasyon, Lira’dan sıfırların atılması, işsizliğin (azıcık da olsa) düşmesi, büyük yatırımlar vatandaşta “iyi durumdayız” hissiyatı yaratıyor.
Solun büyük bölümünün “Cumhuriyet’in kazanımlarının elden gitmekte olduğu”nu anlatan Ergenekon cephesinin hegemonya alanına girerek felç olması Erdoğan’ın göreli iyileştirmeleri ‘büyük kazanımlar’ olarak pazarlamasını kolaylaştırıyor. Başörtülü kadınlar gördüğünde “şeriat geliyor” krizleri geçiren bu solun AKP’ye oy veren emekçilere dert anlatması, onları kazanması ve örgütlemesi mümkün değil. Solu demokrasiden uzaklaştıran ulusalcılık, aynı solu sınıf mücadelesinden de kopararak AKP’nin ekmeğine bir kez daha yağ sürüyor.
Dış Politikanın Etkisi
AKP’nin başarısının bir boyutunu da dış politika oluşturuyor. Erdoğan’ın iktidara geldiği Türkiye, Amerika’nın yeni muhafazakârlarıyla ve İsrail’le stratejik ittifak içinde olan bir ülkeydi.
1 Mart 2003’te savaş tezkeresinin reddedilmesi ABD/İsrail eksenli dış politikayı en azından gerilimli ve sorunlu hale getirdi. Davos ve Mavi Marmara olayları bu gerilimleri daha da gerdi.
AKP yönetimindeki Türkiye emperyalizme meydan okuyor değil elbet. Tüm gerilimler perde arkasında hallediliyordur, halledilecektir. Ama “antiemperyalist” olduğunu zanneden solun “emperyalizmin maşası” olarak nitelediği AKP hükümeti Amerika ve İsrail’le itişirken, Türkiye ve Ortadoğu’da vicdanı olan herkes bu itişmeyi zevkle izlerken, CHP’nin “one minute” performansını kınaması, Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Mavi Marmara’ya izin vermezdim” demesi ne hoş bir ironi! Kemalizm’in halkın duygu ve düşüncelerinden ne kadar uzak ve kopuk olduğunun daha açık seçik bir kanıtı olamazdı herhalde. Nitekim Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun sözlerini meydanlarda tepe tepe kullandı, oya tahvil etti.
“Yeni Bir Sol”
CHP’den TKP’ye ulusalcı sol, gerçekte “sol” olmadığı, AKP’ye oy veren emekçileri küçümsediği, Ergenekoncuları Meclis’e taşıdığı, laik darbeyi İslamcıların hükümette olduğu demokrasiye yeğlediği için hezimete uğradı. AKP zaferini bu hezimet üzerine inşa etti.
Oysa, hükümeti Kemalist olmayan bir açıdan eleştirmek o kadar kolay ki!
Seçim sürecinde Diyarbakır’da bir, Hopa’da bir kişi öldü. Başbakan, ölenleri “eşkıya” olarak tanımladı, “üzerinde durmaya gerek görmüyorum” dedi. Asgari ücret yerlerde sürünüyor; kentsel dönüşüm yüzyıllık mahalleleri hallaç pamuğu gibi atıyor; üçüncü köprüden özelleştirmelere, çılgın kanal projesinden nükleer santrallere, itiraz edilmesi gereken düzinelerce plan ve uygulama var. Seçim meydanlarında Erdoğan’ın kullandığı azgın milliyetçi dil belli ki salt MHP’den oy çalma arzusundan kaynaklanmıyor; “tek bayrak, tek dil” vurgusu, “Ben olsam asardım” palavrası, Gazze’ye selam çakılırken Kürtlerin sürekli aşağılanması gerçek bir milliyetçiliği işaret ediyor.
Gerçekten değişim isteyenlerin böyle bir partiyle hiçbir ilişkisi olamaz. Darbelere karşı savunuruz, seçilmiş olduğu için hükümet etme hakkını savunuruz. O kadar. Özgürlükçü bir sol, Erdoğan’nın ve partisinin gerçekten değişim isteyen halk kitlelerinin ihtiyacına cevap veremeyeceğini anlatabilir. AKP’nin “mağdur” söylemini anlamsızlaştırabilir, darbe endişesi taşıyanları gerçek ve özgürlükçü bir demokrasi cephesinde biraraya getirebilir.
Demokrasiye AKP’den daha çok ve daha samimiyetle sahip çıkan, Ergenekonla mücadeleyi AKP’den daha çok ve daha kararlı bir biçimde sürdüren, Kürt sorununun çözümünde ve yeni anayasa konusunda sınırsız özgürlük için kampanya yapan, emekçileri dindar-laik diye kamplaştırmayıp onların haklarını, özgürlüklerini ve birliğini savunan gerçek bir sol seçenek güçlenmediği oranda, AKP zaferler kazanmaya devam edecek.
Ne yapmamız gerektiği belli. Bize kalmış.