Özden Dönmez
Ulusal sorun Marksizm’in en önemli gündem ve tartışmalarından biri olmuştur. Marksistler, ezilen ulusların kendi geleceklerine kendi iradeleri ile karar verme hakkına, bu karar ayrılık yönünde ortaya çıkacak bile olsa, ‘hiçbir ön koşul ileri sürmeksizin’ saygı duyar ve ezilen ulusun özgür iradesi sonucu vardığı kararın hayata geçirilmesi için mücadele eder.
Lenin, Marksistlerin ezilen ulusların kendi kaderini tayin etme hakkına saygı duymasını kadınların boşanma hakkına saygı duymaya benzetir. Bu hakka saygı duymak elbette herkesi boşamaya çalışmak anlamına gelmez. Farklı ulusların “eşit haklılık temelinde gönüllü birliği”nin sağlanması isteniyorsa, ezilen ulusun “ayrılma hakkı” da dahil olmak üzere kaderini kendi iradesiyle belirleme hakkına saygı duyulmalıdır. Marksizmin ulusal soruna bakışının özü kısaca budur.
Ulusal mücadele ve demokrasi
Ezilen ulusların mücadelesi son tahlilde demokratik bir hak arama mücadelesidir. Ezen ulus tarafından hakların kısıtlanması, hatta Türkiye örneğini düşünürsek, varlığının inkârı, “Varım” diyenin terörle imhası ve koca bir halkı zorla asimile etmeye girişilmesi söz konusu ise, bu baskıya karşı mücadele demokrasi mücadelesinin temel eksenlerinden biri haline gelebilir, ona destek olmak en acil demokratik görev halini alabilir.
Kısaca ulusal sorundan ve özellikle Türkiye’nin yakıcı bir sorunu olarak Kürt sorunundan söz ediyorsak, bu sorunun en temel anlamıyla insan hakları ve demokrasi sorunu olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. Ve bu sorun, ancak “ayrılıkçı” görüşler dahil bütün fikirlerin özgürce tartışılabildiği bir demokratik ortamda adil ve kalıcı bir çözüme kavuşturulabilir. Özgürlükçü bir demokrasi tesis etmeden gönüllü birlikten de söz etmek mümkün olamaz.
İnkâr, İmha, Asimilasyon
Kürt sorunu bütün Cumhuriyet tarihi boyunca en can yakıcı sorunlardan biri oldu. Kemalist tekçi zihniyet Kürt sorununa Kürtlerin varlığının inkar ederek yaklaştı. Koca bir halkı zorla asimile etmeye çalışmak gibi bir ‘çılgınlığı’ yöntem olarak benimsedi. Kimliğine sahip çıkanlar acımasız bir devlet terörüne maruz kaldı.
Cumhuriyet tarihi, Türk egemen sınıfı açısından ne kadar inkâr, imha ve zorla asimilasyon tarihiyse, Kürt halkı açısından da şovenizme ve devlet terörüne direnişin tarihi oldu.
Türkiye’nin büyük bir sosyal dönüşüm sürecinden geçtiği 1960’lardan itibaren modern bir toplumsal muhalefet hareketi olarak Kürt hareketinin ilk nüveleri atılmaya başlandı. Sosyalist hareketin “Kürt tabusu”nun aşılması yolundaki çabaları da bu uyanışa olumlu katkı sundu. Örneğin, TİP bu tabuya karşı çıktığı, Kürtlerin varlığını kabul etmek gerektiğini savunduğu için kapatıldı.
12 Eylül’den Kirli Savaşa
Kürt halkı ve Kürt muhalefeti açısından en büyük kırılma anlarından biri 12 Eylül askeri diktatörlüğü oldu. 12 Eylülcüler Fırat’ın batısında da, doğusunda da milyonlarca insanı işkenceden geçirdi. İşkencenin duyanı bile utandıracak vahşilikte örnekleri özellikle Diyarbakır Cezaevi’nde muhalif Kürtler üzerinde uygulandı.
12 Eylül’ün “Kürdün onurunu tümüyle kırma” siyaseti, Kürt halkının direniş/özgürlük hareketine yönelme sürecini hızlandırmaktan başka işe yaramadı. Kürt Direniş ve Özgürlük Hareketi’nin temelleri gerçek anlamda bu dönemde atıldı.
1990’larla Kürdistan’ın hemen her bölgesinde patlayan “serhildan”larla birlikte silahlı direnişin yaygın bir halk desteği kazanmış olduğu ortaya çıktı.
“Kürt realitesi”ni tanıyıp/tanımamak noktasında küçük bir tereddüt geçiren Türk egemen sınıfı arkasına büyük bir halk desteği alan Kürt Özgürlük Hareketine karşı “düşük yoğunluklu savaş” olarak adlandırlan “topyekûn ve kirli bir savaş” başlattı. Yirmi bine yakın Kürt, faili malûm cinayetlerle ortadan kaldırıldı, 3000’in üzerinde köy boşaltıldı, milyonlarca insan yaşadığı topraklardan sürüldü.
Tarihsel bir kuraldır. Başarıya ulaşamayan topyekûn savaşlar, başlatanların düşündüğünden çok farklı sonuçlara yol açar. Türk egemen sınıfı ile Kürt hareketi arasındaki mücadelede de böyle oldu. 12 Eylül işkenceleri, insanların bedenlerini ateşe verdikleri bir direnişle karşılaşınca işlevini yitirdi ve Kürt hareketinin temelleri atıldı. Kirli savaş Kürtleri metropollere sürdü, ama Kürt halkı artık sürgünle dağıtılamayacak bir öz-örgütlülüğe sahipti, ‘savaş göçmenleri’yle birlikte Kürt sorunu bütün Türkiye’ye yayılmış oldu.
Metropollere göç, buralardaki sınıfın bileşimini de değiştirdi. Kürt yoksulları işçi sınıfının önemli bileşenlerinden biri haline geldi. Bunun emek örgütlerinde de karşılığı oldu. Kürt muhalefeti sendikal hareketin de önemli parçası haline geldi.
Kürt halkının 30 yıldır her türlü askerî ve politik mücadelesi ve aynı zamanda işçi sınıfının örgütleri içerisinde milliyetçiliğe karşı örgütlenmesi, mücadele etmesi hem toplumda milliyetçiliği geriletti hem de Kürt özgürlük mücadelesine somut adımlar attırdı.
Kazanımlar yetmez…
Bugün KCK duruşmalarına rağmen, anadil tartışmalarına, toplu mezarlara rağmen, Kürt ulusal hareketi pek çok kazanım elde etti.
TBMM’de BDP’nin milletvekillerinin ve bir grubunun olması son derece önemli bir kazanımdır. Devletin halk önderi sayın Abdullah Öcalan ile görüştüğünün söylenmesi bir başka son derece önemli kazanımdır.
Bırakalım Kürdistan demeyi, Kürt dediği için bu ülkede Kürtler, aydınlar, sosyalistler baskıya uğradı, cezalar aldı. Şimdi bunları söylemeyenleri, Kürt kimliğini kabul etmeyenleri, inkâr edenleri toplumun büyük çoğunluğu siyasî olarak ağır bir şekilde eleştiriyor.
Kürt Özgürlüğü ve Türk solu
Türkiye solunun örgütlü kesimlerinin büyük bir kısmı bu meselede sınıfta kaldı. Ve ne yazık ki birkaç istisna hariç, Türk solu ve ezen ulusa mensup demokrasi güçleri bütün bu süreçlerde enternasyonalist görevlerini yerine getirme noktasında başarısız oldu. Bunun nedeni Türk solunun Kemalizm ve Stalinizm’den etkilenmiş olmasıdır. Kemalizm ve Stalinizm gözlüğüyle bakan Türk solu, Kürt isyanlarının demokratik özünü göremedi. Hatta bunu feodalizmle cumhuriyet arasında bir mücadele olarak değerlendirip cumhuriyetin ilerici olduğu gibi ulusal sorun konusunda Marksizmle hiç ilgisi olmayan bir noktaya savruldular. Şimdi de ulusalcılık noktasında duran bu güçler, Kürt hareketini desteklemek bir yana dursun, ultrasolculuk adına hareketin karşısında, Türk milliyetçiliğinden yana yer almaya devam ediyorlar.
Özetle, ne varsa, ne kadar olumlu adım varsa, bu adımların nasıl, hangi koşullarda gerçekleştiğini görmeden ulusal sorun konusunda Marksist bir tutum almak da mümkün değil. Batıdaki demokratik güçlerin Kürt hareketine kitlesel desteğinden ziyade, Kürt hareketinin sendikalar içinde de örgütlenmesi, kirli savaşa karşı mücadele ile ekonomik talepleri birleştirmesi, Kürt sorunu konusunda ufak da olsa adımlar atılmasını sağladı.
Kürt hareketini kendi egemen sınıfımızla mücadelede müttefik olarak görmez ve bu iki mücadeleyi birleştiremezsek egemen sınıfımıza karşı zayıf düşmeye, özgürlüklerden feragat etmeye başlarız. Marks’ın ünlü “başka ulusları ezen uluslar özgür olamaz” sözü tam bu noktada anlamına kavuşur. Ezilen halkların maruz kaldığı baskıya kayıtsız kalan bir halk, sessizliği ile kendi özgürlük alanını kendi daraltır. Daha da ötesi, elindeki ekmeğinden olur.
Harekete bakmak, mücadeleyi birleştirmek
Kürt hareketini desteklemek için programının sosyalist olup olmadığına bakamayız. Nasıl greve giden sendikaların devrimci bir programları var mı diye bakmayıp en küçük bir hak talebinin bile yanında durmaktan bir an bile geri çekilmiyorsak, ezilen ulusun en küçük bir hak talebinin yanında yer almakla da aynı şekilde yükümlüyüz. Biz hareketin siyasi içeriğinin ne olduğuna bakamayız. Gazze’de Hamas önderlik yapıyor diye ezilen Filistin halkının yanında yer almayacak mıyız? Ya da Lübnan’da İsrail’e karşı Hizbullah direndi diye savaşı, işgali görmezden mi geleceğiz? Kürt hareketi ise zaten sol, demokratik, ezilenlerle birlikte tutum alan bir harekettir. Bu ezen ulus sosyalistleri için büyük bir şanstır.
Bunun bugünkü anlamı somut ve basit: Son derece doğal haklarını isteyen Kürt halkının taleplerini, bu taleplere herhangi bir nedenle karşı çıkan egemen fikirlere karşı savunmak. Bu, işçi sınıfını bölen fikirlere karşı mücadele etmek de demek.
TÜSİAD’a bile 1990’larda Kürt raporu yazdıran, sınıf mücadelesinde sendikalarda, sokaklarda yükselen “savaşa değil eğitime, sağlığa bütçe” talebi sınıfı bölmez, aksine mücadeleyi birleştirir. Kürt halkını ezmeye çalışan devletle işçi sınıfını ezmeye çalışan devlet aynı devlet. Ancak bu sorunu böyle anlatmaya başlayan demokratik güçler hem ekonomik talepleri hem de siyasî, demokratik talepleri hızla kazanmaya başlar. Diğeri egemen sınıf tarafından yenilmeye mahkûmdur, zira bölünmüştür.
Kürt hareketini desteklemek için karmaşık sınıf analizlerine girmeye gerek yok. Kürt hareketinin mücadele yöntemlerini beğenip beğenmemek gibi bir lüksümüz de yok.
İki seçeneğimiz var: Ya açık bir şekilde sadece ama sadece egemen sınıfa hizmet eden bu propagandayı kabul edeceğiz ve mücadele yöntemlerini eleştirmeye başlayacağız. Yani aynı Filistin meselesinde “ama onlar da canlı bomba oluyorlar” gibi eleştirilere sahip olacağız ya da Irak direnişçilerinin mücadele yöntemlerini “etik değil” diye eleştireceğiz ve atılan bombalara direnen Filistinlileri, işgal altında ezilen Iraklıları görmezden geleceğiz. Bu tutumun burada tekabül ettiği yer; en iyi ihtimalle Kürt halkının taleplerini görmezden gelmek, savaşın çok daha vahşi bir şekilde devam etmesine göz yummaktır. Ya da Marksist bir tutum alacağız, Kürt halkının taleplerini, ayrılma hakkı da dahil, onlarla birlikte sonuna kadar biz de dillendireceğiz.
Kürt halkıyla aynı safta olmak onurdur!
Ezilen ulusların ayrılmak dahil kendi kaderini tayin hakkına saygı duyuyor olmamız, ezen ulus şovenizmi tarafından “ayrılıkçı” olduğumuz şeklinde değerlendirilir. Anadilini konuşmak, kimliğini kabul ettirmek gibi en temel hakları için mücadele eden insanların “bölücü, ayrılıkçı” diye damgalandığı siyasî atmosferde Kürtlerle aynı saflarda olmak demokrasinin en temel gereğidir.
Lenin ayrılıkçılık suçlamasına cevap verirken boşanma örneğini şu sözlerle değerlendiriyor: “Kendi kaderini tayin hakkını, yani ayrılma özgürlüğünü, ayrılıkçılığı teşvik etme özgürlüğünü destekleyenleri suçlamak, boşanma özgürlüğünü savunanların aile bağlarının yıkıma uğramasını teşvik etmekle suçlanması kadar budalaca ve iki yüzlü bir tutumdur. Burjuva toplumunda burjuva evliliğin üzerine dayandığı ayrıcalık ve ahlaksızlığın savunucularının boşanma özgürlüğüne karşı çıkmaları gibi, kendi kaderini tayin hakkının, yani ulusların ayrılma hakkının kabul edilmemesi, egemen ulusun ayrıcalıklarının ve demokratik yöntemlerin zararına uygulanan polisiye yöntemlerin savunulmasından başka bir anlama gelmez.”
Ama tekrar etmekte fayda var, boşanma örneğinden devam edersek, nasıl ki boşanma hakkına saygı duymak, bütün evli insanları boşamaya çalışmak anlamına gelmiyorsa, “ezilen ulusların ayrılma hakkı dahil, kendi kaderlerini tayin hakkı”nı savunuyor olmak da tek çözüm önerimizin ezilen ulusların ayrılması olduğu anlamına gelmiyor. Daha net söylemek gerekirse, biz halkların “eşit haklılık ve gönüllük temelinde özgürce ve kardeşçe yaşayabileceği bir dünyanın mümkün olduğuna” inanıyoruz. Proleter enternasyonalizmi de bundan çok fazla bir şey değil zaten. İşte bundan dolayı bugün Kürt halkının dile getirdiği talepler bizim de taleplerimizdir.
Ayrılma hakkı da dahil…
Ezen ulusun sosyalistleri için “savaş bitsin” tek başına bir talep olamaz. “Savaş bitsin” lafını zaten egemen sınıf da söylüyor artık: “PKK silah bıraksın ve savaş bitsin”. Talepleri görmeden “savaş bitsin” demek, Kürt halkına “Siz durun, mücadele etmeyin” demektir. Kürt halkının yanında netçe tutum almadan, bu konuda taraf olmadan barışın gelmesini sağlamak da mümkün değil. Oysa, Kürt halkının talepleri son derece basit ve net: Sosyalistlere bu talepleri ezen ulusun saflarında yükseltmekten başka bir görev düşmez.
Kürt kimliğinin tanınması yetmez, anayasal olarak garanti altına alınmalıdır.
Anadil bir haktır; eğitim, ifade dahil her türden özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılmalıdır.
Eşit vatandaşlık hakkı tanınmalıdır.
Kürt halkının örgütlenme özgürlüğünün önündeki engeller ortadan kaldırılmalıdır. Örgütlenme özgürlüğü ifade özgürlüğünden ayrılamaz.
Kürt halkının temsilcileri muhatap alınmalı, kendi yöneticilerini seçme hakları olmalıdır. Sınırsız, şartsız genel af gelmelidir.
Bütün bu taleplerin dile getirilmesi sürekli iddia edildiği gibi milliyetçilik değildir. Kürt milliyetçiliği ile ezen ulusun milliyetçiliğini aynı tutmak, kendi egemen sınıfına karşı mücadele edemeyenler için geçerlidir ancak.