Mücadele etmek, değiştirmek, başka bir dünyayı tahayyül etmek ve bunun için çalışmak yerine, işlerin ne kadar kötü(ye) gittiğini aralıksız tekrarlayıp bu durumun “suçlusunu” aramaktan başka bir şey yapmayanlara gün doğduğu bir dönemde yaşıyoruz.
Oysa bugün, hem Türkiye’de hem de dünyada hızla değişen politik konjonktürü kavramaya olanak verecek bir teorik çerçevenin yeniden kurulmasına ve buna uygun bir politik stratejinin oluşturulmasına her zamankinden fazla ihtiyacımız var. Türkiye’de bugün gelinen nokta, 2002-2007 arası dönemin tüm “demokrasi” vaadlerinin aksine, kapitalist piyasa ekonomisiyle Şark despotizminin kendine özgü bir karışımının aranması ve bu özgün karışım bulunamadığı ölçüde hırçınlaşan bir iktidarın, kendi icraatı da dâhil tüm ekonomik, diplomatik ve politik kazanımları mirasyedi gibi tarumar etmeye başlamasıdır.
Immanuel Wallerstein 1990’ların ortalarından beri ısrarla söylüyor (Liberalizmden Sonra; Bildiğimiz Dünyanın Sonu): Liberalizmin kapitalist piyasa ekonomisinin kaçınılmaz bir bileşeni, mütemmim cüzü olduğu yanılsaması, küresel kapitalizmin oluşumunu üç aşağı-beş yukarı tamamlamasıyla birlikte tarih olmak zorundadır. Serbest piyasanın özgür bir politik yapıyı gerektirdiği, arada otoriter/totaliter geri dönüşler olsa da, genel/büyük gidişatın bu yönde olduğu inancı giderek geçerliliğini yitiriyor. Şark kültürlerine yukarıdan-aşağıya bir dayatma, ekonomik/ticari bir kuşatma ve askeri fetihler sonucu giren kapitalizm, onları “liberalleştirmiyor”; tam tersine fatihin fethedilenin siyasi kültürüne uzun vadede teslim olması gibi, bizim kendi tarihimizden (Osmanlı-Bizans) pek iyi bildiğimiz bir olgu tekrarlanıyor.
Türkiye Cumhuriyeti yarı-devlet kapitalisti bir oluşum olarak (1923-1980) bu yapıyı zaten tanıyordu. Ancak temel yanılsama, kapitalizmin bir kere tüm kurumlarıyla tesis edilmesiyle birlikte, bu yapıdan daha demokratik bir politik sisteme geçileceği yolundaydı. Ne var ki kazın ayağı öyle değil: TC, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra yeniden yapılanırken, devletçi olmayan bir kapitalizmi, “serbest piyasayı” hedefledi; ama çok geç kalmıştı. Türkiye’nin yeniden yapılanması sırasında Dünya Kapitalizmi de yeniden yapılanıyordu (Reagan-Thatcher Dönemi) ve artık küresel çapta liberal (özgürlükçü anlamında) bir politik yapı yerine otoriter ve giderek despotlaşan bir yapı hedefleniyordu. Liberalizmin teorisyenlerinin 19. yüzyıl boyunca iddia ettiklerinin aksine, bu “zıt kardeşler” görüntüsü hiç de sanıldığı kadar imkânsız değildi.
Doğu ile Batı arasındaki tarihsel ve kültürel çatışma, bu yolla, yani iki tarafın da en kötü yanlarının bir araya getirilmesiyle bir uzlaşmaya, hatta bir kaynaşmaya ulaşacakmış gibi görünüyor. Batı kapitalizminin “demokrasi” ile pek alıp vereceği bir şey kalmadı. Tek sorun, görece bir özgürlük rejimi altında yaşamaya alışmış Batı işçi sınıfının bu çözüme nasıl ikna edileceği. Öte yandan küreselleşme, kapitalizm bunun sermayenin küreselleşmesiyle sınırlı kalmasını ne kadar isterse istesin, aynı zamanda kültürel ve teknolojik (özellikle iletişim teknolojisinde) bir gelişme. Dolayısıyla giderek Batı kültürünü ve kurumlarını tanıma konusunda büyük adımlar atan Şark’ta da kapitalizme karşı direnç beklenmeyecek bir şey değil.
Wallerstein bunları son yirmi yıldır tekrarlayıp durdu. Ona referansta bulunmasa da, Žižek de benzer bir iddiada bulunmaya başladı son beş-altı yılda. Ancak her ne kadar gidişat bu yöndeyse de, serbest piyasa/Şark despotizmi kardeşliği sanıldığı kadar kolay kurulamayabilir. Türkiye (ve her ne kadar çok açıkça görülemiyorsa da Rusya) bu sürecin sancılarının en açıkça görülebildiği yer. Bir Şark despotu bir yandan kendi iktidarını sağlama almaya, bir yandan da serbest piyasa kapitalizmini kurumsallaştırmaya çalışıyor; ama ne o iktidar onun beklediği kadar kolay sağlamlaşıyor (“400 milletvekilini” kolay vermiyorlar adama), ne de sadece inşaatçılık ve yol yapımıyla serbest piyasa kapitalizmi oluşuyor.
Bütün bunlar 2000’lerin başında da (bir kehanet olarak) görülebilirdi kuşkusuz. Neden görülemedi? Çünkü AKP Şark despotizminin bir (esas olarak askeri) biçimiyle kavga ederken, bunu “demokrasi adına” yapıyormuş görüntüsünü vermeyi kısmen de olsa başardı. En azından bir kısım liberal ve “solcu” buna inandı ve destekledi. İnanmayanların bir kısmı ise kerhen sessiz kalmayı, beklemeyi ve görmeyi seçti. Diğer kısmı, bu oyunu “yemediklerini” gösterme telaşı içinde yapılan her şeye karşı çıkarak Şark despotizminin askeri versiyonunun yanına düştü. Gelmekte olan Şark despotu kapitalizmle mücadele yerine, onun maskesi olan “Siyasal İslam” ile kavga etti ve bunu “modernleşmenin” (“kapitalistleşmenin” diye okunur) ideolojik çerçevesinin bir unsuru olan “laiklik” adına yaptı.
2013 Haziranı ise bu üç tutum için de dönüm noktası oldu. Gezi, AKP iktidarının Şark despotizmiyle taçlandırılmış bir kapitalizmi seçtiğini ilan ettiği momenttir. Bu apaçık ikrara rağmen hala AKP’den “bir şeyler” beklemeyi sürdürenler, köprüden önceki son çıkışı kaçırmış oldular. Öte yandan cemaatçi (komünalist anlamında) beklentileri olup da AKP’nin İslami söylemine prim veren mütedeyyin Müslümanlar için de bir kırılma noktası oldu Gezi. Onların da bazıları gidişatın son kertede İslam’la filan bir ilişkisi olmayan Şark despotizmi soslu kapitalizm yönünde olduğunu farkettiklerinde, son çıkıştan ayrıldılar. Kalanlar ise biat etmeyi seçtiler.
Bugün itibariyle ise durum oldukça netleşmiş gibi görünüyor: Modernleşme/kapitalistleşme döngüsüne 19. yüzyıl ortasından başlayarak katılan Çin, Hindistan, Rusya, İran ve Türkiye gibi kadim Şark despotu yapılar kapitalistleşmenin görece özgürleştirici yanını bir yana bırakıp, kadim despot yapılarıyla serbest piyasayı harmanlamanın “yaratıcı” yollarını arıyorlar. Bugüne kadar en başarılıları Çin Komünist Partisi oldu. Batı kapitalizmi de aynı gelişmeden payını alıyor. Mesela “demokrasinin beşiği” Birleşik Krallık’tan “bir General” (her kimse), Corbyn’in iktidara gelmesi halinde askeri darbe olabileceği tehdidini savurarak TC’nin yakın tarihini iyi çalıştıklarını gösteriyor. Kapitalizmin Şark’a girişi sürecinde kadim imparatorlukların tebaası konumunda olan ve zorla (yalapşap) ulus-devletleştirilen Ortadoğu (Mezopotamya ve Mağrip) ülkeleri ise teyellerinden sökülüyor, sonu gelmeyen savaşların alanı haline geliyorlar.
Artık Şark despotizmine karşı mücadelenin, “modernizm adına” onun (dini, kültürel) görüntüleriyle değil, onun kapitalizme mükemmelen eklemlenme yolunda ilerleyen yapısına karşı yapılması gerektiğini görmemiz gerekiyor. Bu da belki kapitalizm tarihinde ilk kez, Doğu ve Batı emekçilerinin karşısında tek, bütünleşmiş bir düşman olduğunu görmemizi sağlayacaktır. Yüz yıl önce yayılmacı kapitalizme karşı direnen yerel despotları ve gericileri “ittifak” unsuru sanma gibi bir lüksümüz vardı (nitekim SSCB ve Çin bu lüksü kullandılar ve yenildiler). Şimdi ise Küresel kapitalizme karşı mücadelenin yolu, Şarklı despotlarla mücadeleden, Şark despotizmiyle mücadelenin yolu ise küresel kapitalizme karşı mücadeleden geçiyor. Artık (ne yazık ya da ne mutlu ki) Esad-sever bir anti-emperyalizm, ya da ABD-sever bir ulusal kurtuluş mücadelesi mümkün değil.